takipçi satın al

instagram takipçi hilesi

takipçi

izmir escort escort izmir izmir escort bayanlar urlexpander.edu.pl dnswhois.edu.pl createaform.com obio.link muzikindirdinle.com izlexl.com downloadbu.com xcryptotrack.com scriptsnulled.net istanbul escort istanbul escort

<![CDATA[Eylül Forum | Hayat Paylaşınca Güzel - Psikiyatri]]> https://eylulforum.com/ Sat, 22 Feb 2025 16:33:06 +0000 MyBB <![CDATA[Psikoloji ne kadar önemli]]> https://eylulforum.com/konu-psikoloji-ne-kadar-onemli Wed, 06 Oct 2010 11:13:42 +0300 https://eylulforum.com/konu-psikoloji-ne-kadar-onemli
Psikoloji ne kadar önemli
.: Ben öldüm galiba! :.


Mezbahadan et taşıyan bir tırın sabahın erken saatlerinde yüklenip bir an önce yola çıkması gerekiyormuş. Işe sabahın kör vakti gelen işçiler, tırı yüklemeye başlamışlar. Alelacele işi bitirmişler. Tırın şoförü arkadaki soğuk hava deposunun kapısı kapatılır kapatılmaz yola çıkmış. Ancak son eti çengele takmaya uğraşan işçinin içeride kaldığını kimse farketmemiş. Uyku sersemi olan işçi de başına gelen korkunç şeyi, ancak tır hareket edince farkedebilmiş. Tır hiç durmadan 8 saat yol alacağindan, arkadaşları kaybolduğunu farketmezlerse donarak öleceği kesinmis.

Bir süre duvarları yumruklamış ama sesini duyuramayacağını biliyormuş. Bir süre sonra üşümeye başladığından hareketleri yavaşlamış ve bir kenara çöküp ölümü beklemeye başlamış. Oturup kaçınılmaz sonunu beklemeye başlamış ve cebinden çıkardığı kağıt kaleme yazmaya başlamış. 1. saat: çok üşüyorum; 2. saat: her yerim uyuşuyor; 3. saat: ayaklarımı hissetmiyorum; 4. saat: donarak ölmek istemiyorum, kalemi tutucak gücüm kalmadı, ellerim dondu...

Tır etleri teslim edeceği yere geldiğinde şöförü dondurucunun kapısını açınca içerisinin soğuk olmadığını farketmiş. Sabah yola çıkarken aceleden dondurucuyu çalıştırmadığını hatırlayan şoför, lanetler okurken köşede büzülmüş yatan işçiyi görmüş. Adamın uyuyakaldığını sanan şoför, işçiyi sarstığı halde uyandıramamış.

Polis olaya el koymuş, şoför tutuklanmış. Bir müddet sonra adli tabip raporunda işçinin ölüm nedeni vücut ısısının hızla düşüşü olduğu açıklanınca temize çıkmış. Meğerse talihsiz işçi p***olojikman ölmüş]]>

Psikoloji ne kadar önemli
.: Ben öldüm galiba! :.


Mezbahadan et taşıyan bir tırın sabahın erken saatlerinde yüklenip bir an önce yola çıkması gerekiyormuş. Işe sabahın kör vakti gelen işçiler, tırı yüklemeye başlamışlar. Alelacele işi bitirmişler. Tırın şoförü arkadaki soğuk hava deposunun kapısı kapatılır kapatılmaz yola çıkmış. Ancak son eti çengele takmaya uğraşan işçinin içeride kaldığını kimse farketmemiş. Uyku sersemi olan işçi de başına gelen korkunç şeyi, ancak tır hareket edince farkedebilmiş. Tır hiç durmadan 8 saat yol alacağindan, arkadaşları kaybolduğunu farketmezlerse donarak öleceği kesinmis.

Bir süre duvarları yumruklamış ama sesini duyuramayacağını biliyormuş. Bir süre sonra üşümeye başladığından hareketleri yavaşlamış ve bir kenara çöküp ölümü beklemeye başlamış. Oturup kaçınılmaz sonunu beklemeye başlamış ve cebinden çıkardığı kağıt kaleme yazmaya başlamış. 1. saat: çok üşüyorum; 2. saat: her yerim uyuşuyor; 3. saat: ayaklarımı hissetmiyorum; 4. saat: donarak ölmek istemiyorum, kalemi tutucak gücüm kalmadı, ellerim dondu...

Tır etleri teslim edeceği yere geldiğinde şöförü dondurucunun kapısını açınca içerisinin soğuk olmadığını farketmiş. Sabah yola çıkarken aceleden dondurucuyu çalıştırmadığını hatırlayan şoför, lanetler okurken köşede büzülmüş yatan işçiyi görmüş. Adamın uyuyakaldığını sanan şoför, işçiyi sarstığı halde uyandıramamış.

Polis olaya el koymuş, şoför tutuklanmış. Bir müddet sonra adli tabip raporunda işçinin ölüm nedeni vücut ısısının hızla düşüşü olduğu açıklanınca temize çıkmış. Meğerse talihsiz işçi p***olojikman ölmüş]]>
<![CDATA[Depresyon nedir? nasıl ortaya cıkar?]]> https://eylulforum.com/konu-depresyon-nedir-nasil-ortaya-cikar Wed, 06 Oct 2010 11:13:17 +0300 https://eylulforum.com/konu-depresyon-nedir-nasil-ortaya-cikar

Depresyon değişik şekillerde ortaya çıkabilir:

* Bazısında neden olmaksızın aniden ortaya çıkar
* Bazısında stresli bir yaşam olayından sonra başlar
* Bazen tek atak olarak yaşam boyu sürebilir
* Bazen tekrarlayan ataklar halindedir
* Bazen semptomların şiddetli olması ile hastalar iş yapamaz hale gelebilir
* Bazıları ise iş yapabilir ama sürekli mutsuzluk hissederler



Aşağıdaki belirtilerden bazıları aynı anda sizde bulunuyorsa depresyon geçiriyor olabilirsiniz:

Kendini üzüntülü, değersiz, umutsuz, çaresiz, hissetme, içinde boşluk duygusu olması
Karar verme güçlüğü, konsantrasyon zorluğu, bellek bozukluğu
Daha önce zevk alınan iş ve aktiviteleden zevk alamama (cinsel isteksizlik dahil)
İşte, okulda, aile ve arkadaş arasında sorunların ortaya çıkması
Diğer insanlardan uzaklaşma ve yalnız kalma isteği
Enerji azlığı, yorgunluk hissi ve çabuk sinirlenme
Uyku bozukluğu (uykuya dalamama,uykuyu sürdürme güçlüğü, sabah erken uyanma veya fazla uyuma şeklinde olabilir)
Yeme bozukluğu (iştahta azalma veya artma),
Nedeni belli olmayan baş, boyun, sırt ağrısı gibi vücudun değişik yerlerinde sürekli ağrılar hissetme
Son zamanlarda fazla alkol almaya başlama veya yatıştırıcı ilaçları kullanma ihtiyacı hissetme
Kendine zarar verme, intihar planları yapma, intihar girişiminde bulunma veya kendi cenaze merasimini düşünme


Depresyon tanısı almak için bu belirtilerin hepsinin birden sizde olması gerekmez. Bu şikayetlerin birkaçı aynı anda sizde bulunuyorsa doktora başvurmanız gerekir. En sık görülen belirtilerden biri uyku ve iştah bozukluğudur. Bu belirtilerin çoğu aynı anda bulunuyorsa ağır depresyondan söz edilir. Depresyon ciddi bir hastalıktır. Kendi haline bırakıldığında zaman içinde düzelebileceği gibi genelde uzun süre devam eder veya ağırlaşır. Ağır depresyonda kişi iş güç yapamaz hale gelebilir ve bu durumda intihar riski yüksektir.

Uyku bozukluğu bir hastalık değildir başka hastalıklarda görülebilen bir belirtidir. Nedeninin araştırılması gerekir. Bedensel hastalıklar (astım, kalp hastalığı v.b.) nedeniyle olabileceği gibi p***iyatrik hastalıkların (depresyon, mani v.b.) çoğunda görülebilir. Depresyon hastaları sıklıkla uyku bozukluğundan yakınırlar. Bu nedenle uykusuzluk şikayetiniz varsa ve bir süredir devam ediyorsa çevrenizdeki insanların önerdiği ilaçları veya kendi başına eczaneden alınan uyku ilacını kullanmak yerine bir uzmana başvurarak altta yatan nedeni araştırmanızda fayda vardır.

ABD’de depresyon hastalarının 2/3’ü çeşitli nedenlerle tedavi görememektedir.Türkiyede bu konuda yapılmış araştırma yoktur ancak benim kanıma göre bu oran yurdumuzda çok daha yüksektir. P***iyatriste başvurmama nedenlerinden bazıları şunlardır: hastalık bilinememekte, hastalar çevresi tarafından zayıf oldukları gerekçesi ile suçlanmakta, hastalık dolayısı ile iş güç yapamaz durumda olan hastalar yardım isteyecek enerjiyi kendilerinde bulamamakta bazende yanlış tanı konup tedavi yanlış uygulanmaktadır.

Depresyon hastalarının yardım istemek için genelde yardıma ihtiyacı vardır. Depresyonun doğası gereği hastalar genelde kendiliğinden yardım istemezler. Hastalar sıklıkla enerji, ilgi ve istek azlığından yakınırlar. Bu nedenle depresyonu olan hastaların aileleri, arkadaşları veya diğer hekimleri tarafından p***iyatriste yönlendirilmeleri gerekir. İntihar düşüncesi varsa acilen p***iyatriste başvurmak gerekir. Halk arasında yaygın olan inanışa göre intihar düşüncesini ifade eden kişiler pek intihar etmezler. Ancak yapılan araştırmalar bu inanışın doğru olmadığını göstermiştir. Bu nedenle bir yakınınız intihar düşüncelerini sık ifade ediyorsa bunu önemseyin ve en yakın zamanda bir uzmana başvurmasına yadımcı olun. Depresyona yakalanmak sizin tercihiniz değildir ancak tedavi olup olmamak sizin elinizdedir.

DEPRESYONA YAKALANMA RİSKİNİZ NEDİR?

Yaşam boyu depresyon geçirme riski %15 dolayındadır. Kadınlarda bu oran %25’e kadar çıkmaktadır. Hemen hemen tüm toplumlarda depresyon kadınlarda iki kat daha fazladır.Gebelikte, doğum sonrası dönemde ve menopozda depresyon geçirme riski artar. Bunun nedeni tam olarak bilinmemektedir, ancak kadınların hormonları bundan sorumlu olabilir. . Sürekli bedensel hastalığı olanlarda daha fazla görülür. Örneğin infertilite(kısırlık) tedavisi gören kadınlarda normal kadınlara göre iki üç kat fazla depresyon görülmektedir.

Hastaların %50’si 20-50 yaş arasındadır. Bununla birlikte çocuklarda ve yaşlılarda da depresyon görülür. Boşanmış, ayrı yaşayan veya yalnız yaşayanlarda evlilere göre daha sıktır Sosyal çevre veya ekonomik seviye ile depresyon geçirme oranı arasında ilişki yoktur.Kütürel etkenlerle depresyon arasında ilişki yoktur.Yakın akrabalarda depresyon geçiren birilerinin olması depresyon geçirme riskini artırır.]]>


Depresyon değişik şekillerde ortaya çıkabilir:

* Bazısında neden olmaksızın aniden ortaya çıkar
* Bazısında stresli bir yaşam olayından sonra başlar
* Bazen tek atak olarak yaşam boyu sürebilir
* Bazen tekrarlayan ataklar halindedir
* Bazen semptomların şiddetli olması ile hastalar iş yapamaz hale gelebilir
* Bazıları ise iş yapabilir ama sürekli mutsuzluk hissederler



Aşağıdaki belirtilerden bazıları aynı anda sizde bulunuyorsa depresyon geçiriyor olabilirsiniz:

Kendini üzüntülü, değersiz, umutsuz, çaresiz, hissetme, içinde boşluk duygusu olması
Karar verme güçlüğü, konsantrasyon zorluğu, bellek bozukluğu
Daha önce zevk alınan iş ve aktiviteleden zevk alamama (cinsel isteksizlik dahil)
İşte, okulda, aile ve arkadaş arasında sorunların ortaya çıkması
Diğer insanlardan uzaklaşma ve yalnız kalma isteği
Enerji azlığı, yorgunluk hissi ve çabuk sinirlenme
Uyku bozukluğu (uykuya dalamama,uykuyu sürdürme güçlüğü, sabah erken uyanma veya fazla uyuma şeklinde olabilir)
Yeme bozukluğu (iştahta azalma veya artma),
Nedeni belli olmayan baş, boyun, sırt ağrısı gibi vücudun değişik yerlerinde sürekli ağrılar hissetme
Son zamanlarda fazla alkol almaya başlama veya yatıştırıcı ilaçları kullanma ihtiyacı hissetme
Kendine zarar verme, intihar planları yapma, intihar girişiminde bulunma veya kendi cenaze merasimini düşünme


Depresyon tanısı almak için bu belirtilerin hepsinin birden sizde olması gerekmez. Bu şikayetlerin birkaçı aynı anda sizde bulunuyorsa doktora başvurmanız gerekir. En sık görülen belirtilerden biri uyku ve iştah bozukluğudur. Bu belirtilerin çoğu aynı anda bulunuyorsa ağır depresyondan söz edilir. Depresyon ciddi bir hastalıktır. Kendi haline bırakıldığında zaman içinde düzelebileceği gibi genelde uzun süre devam eder veya ağırlaşır. Ağır depresyonda kişi iş güç yapamaz hale gelebilir ve bu durumda intihar riski yüksektir.

Uyku bozukluğu bir hastalık değildir başka hastalıklarda görülebilen bir belirtidir. Nedeninin araştırılması gerekir. Bedensel hastalıklar (astım, kalp hastalığı v.b.) nedeniyle olabileceği gibi p***iyatrik hastalıkların (depresyon, mani v.b.) çoğunda görülebilir. Depresyon hastaları sıklıkla uyku bozukluğundan yakınırlar. Bu nedenle uykusuzluk şikayetiniz varsa ve bir süredir devam ediyorsa çevrenizdeki insanların önerdiği ilaçları veya kendi başına eczaneden alınan uyku ilacını kullanmak yerine bir uzmana başvurarak altta yatan nedeni araştırmanızda fayda vardır.

ABD’de depresyon hastalarının 2/3’ü çeşitli nedenlerle tedavi görememektedir.Türkiyede bu konuda yapılmış araştırma yoktur ancak benim kanıma göre bu oran yurdumuzda çok daha yüksektir. P***iyatriste başvurmama nedenlerinden bazıları şunlardır: hastalık bilinememekte, hastalar çevresi tarafından zayıf oldukları gerekçesi ile suçlanmakta, hastalık dolayısı ile iş güç yapamaz durumda olan hastalar yardım isteyecek enerjiyi kendilerinde bulamamakta bazende yanlış tanı konup tedavi yanlış uygulanmaktadır.

Depresyon hastalarının yardım istemek için genelde yardıma ihtiyacı vardır. Depresyonun doğası gereği hastalar genelde kendiliğinden yardım istemezler. Hastalar sıklıkla enerji, ilgi ve istek azlığından yakınırlar. Bu nedenle depresyonu olan hastaların aileleri, arkadaşları veya diğer hekimleri tarafından p***iyatriste yönlendirilmeleri gerekir. İntihar düşüncesi varsa acilen p***iyatriste başvurmak gerekir. Halk arasında yaygın olan inanışa göre intihar düşüncesini ifade eden kişiler pek intihar etmezler. Ancak yapılan araştırmalar bu inanışın doğru olmadığını göstermiştir. Bu nedenle bir yakınınız intihar düşüncelerini sık ifade ediyorsa bunu önemseyin ve en yakın zamanda bir uzmana başvurmasına yadımcı olun. Depresyona yakalanmak sizin tercihiniz değildir ancak tedavi olup olmamak sizin elinizdedir.

DEPRESYONA YAKALANMA RİSKİNİZ NEDİR?

Yaşam boyu depresyon geçirme riski %15 dolayındadır. Kadınlarda bu oran %25’e kadar çıkmaktadır. Hemen hemen tüm toplumlarda depresyon kadınlarda iki kat daha fazladır.Gebelikte, doğum sonrası dönemde ve menopozda depresyon geçirme riski artar. Bunun nedeni tam olarak bilinmemektedir, ancak kadınların hormonları bundan sorumlu olabilir. . Sürekli bedensel hastalığı olanlarda daha fazla görülür. Örneğin infertilite(kısırlık) tedavisi gören kadınlarda normal kadınlara göre iki üç kat fazla depresyon görülmektedir.

Hastaların %50’si 20-50 yaş arasındadır. Bununla birlikte çocuklarda ve yaşlılarda da depresyon görülür. Boşanmış, ayrı yaşayan veya yalnız yaşayanlarda evlilere göre daha sıktır Sosyal çevre veya ekonomik seviye ile depresyon geçirme oranı arasında ilişki yoktur.Kütürel etkenlerle depresyon arasında ilişki yoktur.Yakın akrabalarda depresyon geçiren birilerinin olması depresyon geçirme riskini artırır.]]>
<![CDATA[Şizofreninin Pozitif Belirtileri]]> https://eylulforum.com/konu-sizofreninin-pozitif-belirtileri Wed, 06 Oct 2010 11:12:55 +0300 https://eylulforum.com/konu-sizofreninin-pozitif-belirtileri
Hezeyanlar: Bir kişinin somut bir kanıt bulunmamasına karşın kararlı biçimde kendini ikna ettiği yanlış inançlardır. Hezeyanı olan kişi kendisine eziyet edildiğine, özel güç veya yeteneklere sahip olduğuna, düşünce ve davranışlarının dışsal bir gücün denetiminde bulunduğuna inanır. Hezeyanlar çok değişik tarzlarda olabilir. (Hava durumunu kontrol yeteneğine sahip olduğuna inanmak veya başka bir dünyadan yabancılarla iletişim kurduğuna inanmak gibi)


Halüsinasyonlar: Şizofrenide en yaygın halüsinasyon türü işitseldir; kişi hayali sesler duyduğunu zanneder. Kimi zaman şizofreni hastası bu seslerle uzun süre konuşur. Kimi zaman sesler hastaya hareketleri konusunda komutlar verir. Daha az rastlanan halüsinasyon türlerinde gerçekte olmayan ama hastaya bütünüyle gerçek gibi gelen görme, hissetme, tatma veya koku alma gibi olaylar olabilmektedir. Kişi olağan renk ve şekilleri farklı biçimde algılar ve bunların özel anlamlarla yüklü olduklarını düşünür.


Düşünce Bozukluğu: Düşünce bozukluğu olan kişi ne söylediği ve nasıl söylediği konusunda karmaşa yaşar. Kişinin konuşmasının izlenmesi, bir konudan ötekine atladığı ve mantık bağlantıları zayıf olduğu için zordur. Düşünce sürecinde kesintiler olabilir, yalnızca konuşan kişi için anlamlı bir hal alır. Kimi durumlarda düşüncelerinin çalındığını ya da kendi düşüncelerinin bir yabancı tarafından etki veya kontrol altına alındığını sanır. Ciddi vakalarda konuşma anlaşılmayacak ölçüde ke*** ve karmaşık duruma gelir.


Davranış Bozukluğu: Kimi şizofreni hastaları toplumsal kuralları ihlal edecek davranışlar (örn., kalabalık içinde soyunmak) gösterir. Çirkin hareketler, tuhaf yüz ifadeleri, amaçsız davranışlar gösterirler.


Pozitif belirtilerin tanınması kolaydır, çünkü bunlar normalden belirgin olarak farklıdır. Ancak halüsinasyon veya hezeyan gibi pozitif belirtilerin varlığı kesin olarak kişinin şizofreni olduğu anl***** gelmez. Örneğin alkol veya uyuşturucu kullanan, ağır depresyon, mani geçiren, beynine darbe alan ya da kimi tıbbi hastalıklarda da kişiler benzer belirtiler gösterebilir.

Pozitif belirtiler kişinin toplumsal işlevini engelleyeceği için hasta genellikle bir p***iyatri hastanesine kabul edilir. Antip***otik ilaçlar pozitif belirtileri önlemekte veya yoğunluğunu azaltmakta, yeniden ortaya çıkma olasılığını düşürmektedir. Ancak kişi negatif belirtiler göstermeye devam edebilir.


Stres dolu bir yaşam deneyi, ilaçların kesilmesi ya da dozajın azaltılması durumunda belirtiler yeniden ortaya çıkacaktır. Bu tür geri dönüşler, kişinin daha önce yeterli gelen dozda ilaç almaya devam etmesi ve görünür bir neden olmaması durumlarında da görülebilmektedir.


Pozitif belirtiler "delilik" ile ilişkileri dinlen damgaya sebep olurlar. Hezeyan, halüsinasyon, düşünce ve davranış bozukluğu şizofreni hastalarının insanlar tarafından "deli" olarak damgalanan özellikleridir.

Şizofreninin Negatif Belirtileri

Duygu İfadesinde Donukluk: Şizofreni hastaları genellikle duygusal açıdan kendilerini "donuk" hissederler ve çevrelerinde olup bitene tepkisiz kalırlar.


Yüz ifadelerini, davranış veya ses tonlannı değiştirerek duygusal tepkilerini dışa vuramazlar. Mutluluk ya da üzüntü verici olaylara duyarsız kalır veya uygun biçimde davranış göstermezler. Bazı şizofreni vakalarında, kaba biçimde uygunsuz duygu ve hareketler başlıca belirtiler arasında sayılabilir. Kişi yanlış yönlendirilmiş, amaçsız, saldırgan görünebilir. Şizofreni hastasının kişiliği önceki durumuna göre değişmiş görünür.


Motivasyon Kaybı: Şizofreni kişinin motivasyonunu azaltarak çalışma veya sosyal aktivitelere katılımını zorlaştırır. Hastalar çamaşır yıkama, yemek pişirme gibi gündelik işlerden uzaklaşır, uç durumlarda kişisel hijyeni sağlayamaz ve kendilerine bakamazlar. Kararsızlık, olumsuzluk, edilgenlik ani dürtülerle karışık biçimde ortaya çıkar. Uç durumlarda kişi nedensiz biçimde kendini geri çeker, ajite davranış gösterir.


Toplumdan Geri Çekilme: Şizofreni hastalan insanlarla arkadaşlıklarım sürdürmekte zorlanırlar. İnsanlarla karşılıklı etkileşimleri kısa süreli ve yüzeyseldir. Bazı durumlarda kişi bütün toplumsal ilişkilerini keser.

Düşünce Yoksulluğu: Kimi şizofreni hastalarında düşünme miktar ve içerik olarak azalır. Nadiren konuşur, sorulara kısa yanıtlar verir ve ayrıntı vermezler. Uç durumlarda kişinin konuşması "evet", "hayır", "bilmiyorum" gibi kısa cümlelerle sınırlanır. Kimi şizofreni hastaları ise serbestçe konuşurlarsa da, konuşmaları anlaşılmazdır ve herhangi bir içeriği yoktur. Bu kişiler dolambaçlı biçimde konuşur ve asla asıl konuya gelmezler. Konuşmalan fikirler arasında bağlantısız bir gezinmedir, düşünce sürecinde anlaşılmaz kesintiler ve atlamalar vardır.


Negatif belirtiler çoğu zaman yanlış biçimde, kişinin tembel olduğu ya da kasıtlı olarak kötü davranış göstererek başkalarını sıkmayı amaçladığı yorumlanabilir ve hastalığın parçası olarak kavranmaz. Bu tür yanlış yorumlar şizofreniye yönelik damga ve olumsuz imajı destekleyecektir. Pozitif belirtilerin eşlik etmediği negatif belirtiler bir hekim tarafından daha önceki davranışlara göre yaşanan değişim açısından değerlendirilmelidir. Pozitif belirtilerin olmadığı negatif belirtiler genellikle gözden kaçacaktır, ama kişinin yardıma ihtiyacı devam etmektedir. Pozitif belirtilerden farklı olarak negatif belirtiler, genellikle hastalık belirtisi olarak anlaşılmayan daha ince işlev sorunlanna yol açar. Kimi zaman aile üyeleri veya başkaları negatif belirtileri "tembellik" olarak yanlış yorumlarlar. Örneğin kişinin motive olmaması ve kişisel görünüşüyle ilgilenmemesi durumunda çevresindekiler onun fazla tembel olduğunu veya ailesini rahatsız etmek amacıyla görüntüsünü ihmal ettiğini düşünürler.


Negatif belirtiler depresyona bağlı olabilir (depresyon şizofreniyle aynı anda yaşanabilir), moral bozan bir çevreden (uzun süre hastanede kalmak gibi) kaynaklanabilir ya da bazı antip***otik ilaçların yan etkilerinden kaynaklanabilir. Negatif belirtilerin şizofreni hastalığının parçası mı olduğu yoksa bu tür başka sorunlardan mı kaynaklandığını net olarak saptamak genellikle zordur.


Geri çekilme süresince kişinin çalışma, başkalarıyla ilişki kurma, kendine özen gösterme yeteneği, büyük ölçüde negatif belirtilerin şiddetine bağlı olacaktır.

Çoğu şizofreni hastasında az sayıda pozitif ve negatif belirtiye rastlanır. Belirtilerin türü ve şiddeti hastalık süresince ve kişiden kişiye değişim gösterir. Bazı bireyler halüsinasyon görmez, bazıları negatif belirti göstermezler. Öte yandan kimileri de bunları şiddetli biçimde yaşar.


Negatif belirtiler p***olojik zayıflık, daha aktif ve katılımcı bir yaşam sürme iradesinden yoksunluk gibi damgalarla da bağlantılıdır. Negatif belirtilerin sonuçlan toplumdan çekilme ve başkalarına karşı sorumluluk duygusunun yitirilmesi gibi tutumlarla tanımlanan iradi olarak seçilmiş bir yaşam biçimi olarak da algılanabilir. Negatif belirtiler çoğunlukla tembellik damgasıyla bağlantılıdır.]]>

Hezeyanlar: Bir kişinin somut bir kanıt bulunmamasına karşın kararlı biçimde kendini ikna ettiği yanlış inançlardır. Hezeyanı olan kişi kendisine eziyet edildiğine, özel güç veya yeteneklere sahip olduğuna, düşünce ve davranışlarının dışsal bir gücün denetiminde bulunduğuna inanır. Hezeyanlar çok değişik tarzlarda olabilir. (Hava durumunu kontrol yeteneğine sahip olduğuna inanmak veya başka bir dünyadan yabancılarla iletişim kurduğuna inanmak gibi)


Halüsinasyonlar: Şizofrenide en yaygın halüsinasyon türü işitseldir; kişi hayali sesler duyduğunu zanneder. Kimi zaman şizofreni hastası bu seslerle uzun süre konuşur. Kimi zaman sesler hastaya hareketleri konusunda komutlar verir. Daha az rastlanan halüsinasyon türlerinde gerçekte olmayan ama hastaya bütünüyle gerçek gibi gelen görme, hissetme, tatma veya koku alma gibi olaylar olabilmektedir. Kişi olağan renk ve şekilleri farklı biçimde algılar ve bunların özel anlamlarla yüklü olduklarını düşünür.


Düşünce Bozukluğu: Düşünce bozukluğu olan kişi ne söylediği ve nasıl söylediği konusunda karmaşa yaşar. Kişinin konuşmasının izlenmesi, bir konudan ötekine atladığı ve mantık bağlantıları zayıf olduğu için zordur. Düşünce sürecinde kesintiler olabilir, yalnızca konuşan kişi için anlamlı bir hal alır. Kimi durumlarda düşüncelerinin çalındığını ya da kendi düşüncelerinin bir yabancı tarafından etki veya kontrol altına alındığını sanır. Ciddi vakalarda konuşma anlaşılmayacak ölçüde ke*** ve karmaşık duruma gelir.


Davranış Bozukluğu: Kimi şizofreni hastaları toplumsal kuralları ihlal edecek davranışlar (örn., kalabalık içinde soyunmak) gösterir. Çirkin hareketler, tuhaf yüz ifadeleri, amaçsız davranışlar gösterirler.


Pozitif belirtilerin tanınması kolaydır, çünkü bunlar normalden belirgin olarak farklıdır. Ancak halüsinasyon veya hezeyan gibi pozitif belirtilerin varlığı kesin olarak kişinin şizofreni olduğu anl***** gelmez. Örneğin alkol veya uyuşturucu kullanan, ağır depresyon, mani geçiren, beynine darbe alan ya da kimi tıbbi hastalıklarda da kişiler benzer belirtiler gösterebilir.

Pozitif belirtiler kişinin toplumsal işlevini engelleyeceği için hasta genellikle bir p***iyatri hastanesine kabul edilir. Antip***otik ilaçlar pozitif belirtileri önlemekte veya yoğunluğunu azaltmakta, yeniden ortaya çıkma olasılığını düşürmektedir. Ancak kişi negatif belirtiler göstermeye devam edebilir.


Stres dolu bir yaşam deneyi, ilaçların kesilmesi ya da dozajın azaltılması durumunda belirtiler yeniden ortaya çıkacaktır. Bu tür geri dönüşler, kişinin daha önce yeterli gelen dozda ilaç almaya devam etmesi ve görünür bir neden olmaması durumlarında da görülebilmektedir.


Pozitif belirtiler "delilik" ile ilişkileri dinlen damgaya sebep olurlar. Hezeyan, halüsinasyon, düşünce ve davranış bozukluğu şizofreni hastalarının insanlar tarafından "deli" olarak damgalanan özellikleridir.

Şizofreninin Negatif Belirtileri

Duygu İfadesinde Donukluk: Şizofreni hastaları genellikle duygusal açıdan kendilerini "donuk" hissederler ve çevrelerinde olup bitene tepkisiz kalırlar.


Yüz ifadelerini, davranış veya ses tonlannı değiştirerek duygusal tepkilerini dışa vuramazlar. Mutluluk ya da üzüntü verici olaylara duyarsız kalır veya uygun biçimde davranış göstermezler. Bazı şizofreni vakalarında, kaba biçimde uygunsuz duygu ve hareketler başlıca belirtiler arasında sayılabilir. Kişi yanlış yönlendirilmiş, amaçsız, saldırgan görünebilir. Şizofreni hastasının kişiliği önceki durumuna göre değişmiş görünür.


Motivasyon Kaybı: Şizofreni kişinin motivasyonunu azaltarak çalışma veya sosyal aktivitelere katılımını zorlaştırır. Hastalar çamaşır yıkama, yemek pişirme gibi gündelik işlerden uzaklaşır, uç durumlarda kişisel hijyeni sağlayamaz ve kendilerine bakamazlar. Kararsızlık, olumsuzluk, edilgenlik ani dürtülerle karışık biçimde ortaya çıkar. Uç durumlarda kişi nedensiz biçimde kendini geri çeker, ajite davranış gösterir.


Toplumdan Geri Çekilme: Şizofreni hastalan insanlarla arkadaşlıklarım sürdürmekte zorlanırlar. İnsanlarla karşılıklı etkileşimleri kısa süreli ve yüzeyseldir. Bazı durumlarda kişi bütün toplumsal ilişkilerini keser.

Düşünce Yoksulluğu: Kimi şizofreni hastalarında düşünme miktar ve içerik olarak azalır. Nadiren konuşur, sorulara kısa yanıtlar verir ve ayrıntı vermezler. Uç durumlarda kişinin konuşması "evet", "hayır", "bilmiyorum" gibi kısa cümlelerle sınırlanır. Kimi şizofreni hastaları ise serbestçe konuşurlarsa da, konuşmaları anlaşılmazdır ve herhangi bir içeriği yoktur. Bu kişiler dolambaçlı biçimde konuşur ve asla asıl konuya gelmezler. Konuşmalan fikirler arasında bağlantısız bir gezinmedir, düşünce sürecinde anlaşılmaz kesintiler ve atlamalar vardır.


Negatif belirtiler çoğu zaman yanlış biçimde, kişinin tembel olduğu ya da kasıtlı olarak kötü davranış göstererek başkalarını sıkmayı amaçladığı yorumlanabilir ve hastalığın parçası olarak kavranmaz. Bu tür yanlış yorumlar şizofreniye yönelik damga ve olumsuz imajı destekleyecektir. Pozitif belirtilerin eşlik etmediği negatif belirtiler bir hekim tarafından daha önceki davranışlara göre yaşanan değişim açısından değerlendirilmelidir. Pozitif belirtilerin olmadığı negatif belirtiler genellikle gözden kaçacaktır, ama kişinin yardıma ihtiyacı devam etmektedir. Pozitif belirtilerden farklı olarak negatif belirtiler, genellikle hastalık belirtisi olarak anlaşılmayan daha ince işlev sorunlanna yol açar. Kimi zaman aile üyeleri veya başkaları negatif belirtileri "tembellik" olarak yanlış yorumlarlar. Örneğin kişinin motive olmaması ve kişisel görünüşüyle ilgilenmemesi durumunda çevresindekiler onun fazla tembel olduğunu veya ailesini rahatsız etmek amacıyla görüntüsünü ihmal ettiğini düşünürler.


Negatif belirtiler depresyona bağlı olabilir (depresyon şizofreniyle aynı anda yaşanabilir), moral bozan bir çevreden (uzun süre hastanede kalmak gibi) kaynaklanabilir ya da bazı antip***otik ilaçların yan etkilerinden kaynaklanabilir. Negatif belirtilerin şizofreni hastalığının parçası mı olduğu yoksa bu tür başka sorunlardan mı kaynaklandığını net olarak saptamak genellikle zordur.


Geri çekilme süresince kişinin çalışma, başkalarıyla ilişki kurma, kendine özen gösterme yeteneği, büyük ölçüde negatif belirtilerin şiddetine bağlı olacaktır.

Çoğu şizofreni hastasında az sayıda pozitif ve negatif belirtiye rastlanır. Belirtilerin türü ve şiddeti hastalık süresince ve kişiden kişiye değişim gösterir. Bazı bireyler halüsinasyon görmez, bazıları negatif belirti göstermezler. Öte yandan kimileri de bunları şiddetli biçimde yaşar.


Negatif belirtiler p***olojik zayıflık, daha aktif ve katılımcı bir yaşam sürme iradesinden yoksunluk gibi damgalarla da bağlantılıdır. Negatif belirtilerin sonuçlan toplumdan çekilme ve başkalarına karşı sorumluluk duygusunun yitirilmesi gibi tutumlarla tanımlanan iradi olarak seçilmiş bir yaşam biçimi olarak da algılanabilir. Negatif belirtiler çoğunlukla tembellik damgasıyla bağlantılıdır.]]>
<![CDATA[Şizofreninin Nedenleri]]> https://eylulforum.com/konu-sizofreninin-nedenleri Wed, 06 Oct 2010 11:12:31 +0300 https://eylulforum.com/konu-sizofreninin-nedenleri

Kalıtım: Şizofreni hastasının akrabaları hastalık açısından başkalarına göre daha fazla risk altındadırlar. Küçük yaşta evlat edinilmiş çocuklar üzerindeki araştırmalar akrabalarda artan şizofreni riskinin çevresel değil genetik karakterli olduğunu göstermektedir. Şizofreni hastalarının çocuklarında da, biyolojik ebeveynlerince yetiştirilip yetiştirilme-diklerinden bağımsız olarak, benzer biçimde artan bir hastalık eğilimi görülür. Yine, edinilmiş ebeveyn tarafından yetiştirilen şizofreni hastalarının aile tarihi, bu kişilerin biyolojik akrabalarında riskin yüksek olduğunu, evlat edinme yoluyla akraba olunanlarda ise yüksek olmadığını göstermektedir.

Nöro-gelişimsel varsayım: Yakın zamanlarda geliştirilen bir görüşe göre şizofreni nöro-gelişimsel bir bozukluktur ve hastalığın klinik açıdan dışa vurulmasından çok önce beyin gelişimi sırasında yaşanan bir sorun veya patolojik bir duruma bağlanmaktadır. Bu görüşe bakılırsa şizofreni hastalannda beyinde gelişme bozukluğu vardır. Çeşitli nörobiyolojik nedenlerle bozukluk kendini yetişkin evrede, doğumdan çok sonra olgunlaşan kimi özgün sinirsel sistemlerin bazı p***o-sosyal stres ve olumsuz yaşam deneyimleriyle uyuşmazlığa düştüğü durumlarda gösterebilir. Bu görüş halen "koşullara bağlı" nitelik taşımakla birlikte, destekler yönde bir dizi kanıt da vardır. Özellikle gebelik ve doğum komplikasyonlarınm şizofreni riskini iki ila üç kat arttırabildiği saptanmıştır; bunun kaynağı büyük olasılıkla beynin gelişmesinde oluşan hasarlardır. Fetusun oksijensiz kalması, şizofreni hastalannda %20-30 oranındayken, genel nüfusta % 5-10'dur. Şizofreni riski perinatal komplikasyon sayısıyla orantılı olarak yükselmektedir. Hamile kadının viral hastalık geçirmesiyle rahim içinde beyin hasan riski artar. Şizofreni hastalarının çoğunluğunun yılın başka zamanlannda değil de kış sonu veya bahar başında doğdukları ve bu dönem doğanlar arasındaki şizofreni vakalarının (nezle, kızamık ve suçiçeği gibi) viral hastalık salgınlarından sonraki dönemlerde çoğaldığı saptanmıştır. Ancak annenin geçirdiği viral enfeksiyonların yine büyük olasılıkla artan şizofreni riskinin yalnızca küçük bir bölümünü açıklayacağı da unutulmamalıdır.


Beyinde fiziksel anormallikler: Bazı şizofreni hastalarında beyinde fiziksel değişiklikler yaşandığı saptanmıştır. Beynin yapısındaki bu tür değişiklikler ölümden sonra beyin dokusunun analizi ve ayrıca insan yaşamı sürerken beynin incelenmesine olanak veren beyin görüntüleme teknikleri ile saptanabilmektedir. Bilgisayarlı Tomografi (CT-Scan) ve Manyetik Rezonans Görüntüleme (MR1) beyin yapısını görüntülemektedir. İşlevsel MRI ve izotop kullanılan tekniklerle (Single Photon Emission Tomography / Tekli Foton

Emisyonu Tomografisi - SPECT ve Positron Emission Tomography /PET) serebral bölgesel kan akışı (rCBF) ve beyin kimyasındaki değişiklikler gösterilebilmektedir.
Hep birlikte ele alındığında bu bulgular şizofrenide internöronların gerçekleştirdiği beyin faaliyetinde bir açık söz konusu olduğunu göstermektedir.


Nörokimyasal:Şizofrenide nöro-kimyasal anormalliklerin işin içinde olduğu varsayımının tarihçesi oldukça eskidir. Ancak ampirik veriler yalnızca antip***otik ilaçların beyindeki katekolamin metabolizması ile, daha spesifik olarak, bu ilaçların katekolamin postsinaptik alıcılar (reseptörler) üzerindeki etkisinin bloke edilmesi ile ilişkisi gösterildiğinde elde edilmiştir. Daha sonra yapılan araştırmalar, antip***otiklerin dopamin-2(D2) reseptörlerini bloke etme kapasitesini göstermiştir. Klinik etkilerinin kaynağı budur. Dopamin beyin hücrelerinin itkilere duyarlılığını arttırır. Normal olarak, bu güçlendirilmiş duyarlılık kişinin stres ya da tehlike koşullarında bilincini güçlendirmek açısından yararlıdır. Ancak bir şizofreni hastasında, dopamin etkisinin zaten hiperaktif bir beyine eklenmesi kişiyi p***oza sürükleyebilecektir. Şizofrenide dopaminerjik hiperaktivasyonun ek olarak üstlendiği role, dopaminin etkilerini arttıran bir ilaç olan amfetaminin şizofreni benzeri belirtileri kötüleştirici ve hatta açığa çıkartıcı etki yaptığı yolundaki gözlemlerden hareketle ulaşılmıştır. Merkezi sinir sisteminde arttırılmış dopaminerjik etkinlik iki mekanizmayla gerçekleşmektedir:


1 .sinaptik bölgelerde dopamin artışı ve
2.reseptör aşın-duyarlılığı.

Her iki mekanizma da şizofrenide geniş olarak sorgulanmış ama her iki yönde de sonuca taşıyan veriler elde edilememiştir. Hastaların vücut sıvılarında dopamin değişimi ve ölüm sonrası beyin dokusunda dopamin düzeyinin doğrudan belirlenmesi çelişkili sonuçlar vermektedir

PET gibi neuroimaging (sinirsel görüntüleme) teknikleri, kısa süre önce beyindeki dopamin reseptör yoğunluğunun belirlenmesi için kullanılmıştır. Kla*** antip***otiklerin dopamin alıcıları üzerinde bloke edici etkisi açık biçimde gösterilmiş olmakla birlikte, ilaç kullanmamış hastalardaki dopamin-reseptör yoğunluğu ile kontrol gruplar arasında yapılan karşılaştırmadan çıkan sonuçlar da araştırmalar arasında farklılık arzetmektedir. Moleküler biyoloji teknikleri kullanılarak, ilaç kullanmamış şizofreni hastalarında beyin dokusunda ölüm sonrası bir dopamin-reseptör yoğunluk ve duyarlılık artışı gösterilmiştir . Atipik antip***otikler kullanıldığında araştırmacılar, antip***otiklerin D2 bloke etme etkisinin antip***otik etkinin temel faktörünü oluşturduğu yolundaki varsayımı sorgulamaya başlamışlardır. "Atipik" antip***otiklerin etki biçiminin, D2 dopamin reseptörlerin (serotonin 5-HT reseptörler dahil) yanı sıra, bir çok reseptör için de yakın bir ilişkiyi kapsadığı kanıtlanmış bulunmaktadır. Sonuç olarak araştırma bulguları başka birçok reseptör bölgesinin de (örneğin D1, D3, D4, 5-HT2 ve NMDA) şizofreninin patogenezine dahil edilmesi gerektiğine işaret etmektedir.]]>


Kalıtım: Şizofreni hastasının akrabaları hastalık açısından başkalarına göre daha fazla risk altındadırlar. Küçük yaşta evlat edinilmiş çocuklar üzerindeki araştırmalar akrabalarda artan şizofreni riskinin çevresel değil genetik karakterli olduğunu göstermektedir. Şizofreni hastalarının çocuklarında da, biyolojik ebeveynlerince yetiştirilip yetiştirilme-diklerinden bağımsız olarak, benzer biçimde artan bir hastalık eğilimi görülür. Yine, edinilmiş ebeveyn tarafından yetiştirilen şizofreni hastalarının aile tarihi, bu kişilerin biyolojik akrabalarında riskin yüksek olduğunu, evlat edinme yoluyla akraba olunanlarda ise yüksek olmadığını göstermektedir.

Nöro-gelişimsel varsayım: Yakın zamanlarda geliştirilen bir görüşe göre şizofreni nöro-gelişimsel bir bozukluktur ve hastalığın klinik açıdan dışa vurulmasından çok önce beyin gelişimi sırasında yaşanan bir sorun veya patolojik bir duruma bağlanmaktadır. Bu görüşe bakılırsa şizofreni hastalannda beyinde gelişme bozukluğu vardır. Çeşitli nörobiyolojik nedenlerle bozukluk kendini yetişkin evrede, doğumdan çok sonra olgunlaşan kimi özgün sinirsel sistemlerin bazı p***o-sosyal stres ve olumsuz yaşam deneyimleriyle uyuşmazlığa düştüğü durumlarda gösterebilir. Bu görüş halen "koşullara bağlı" nitelik taşımakla birlikte, destekler yönde bir dizi kanıt da vardır. Özellikle gebelik ve doğum komplikasyonlarınm şizofreni riskini iki ila üç kat arttırabildiği saptanmıştır; bunun kaynağı büyük olasılıkla beynin gelişmesinde oluşan hasarlardır. Fetusun oksijensiz kalması, şizofreni hastalannda %20-30 oranındayken, genel nüfusta % 5-10'dur. Şizofreni riski perinatal komplikasyon sayısıyla orantılı olarak yükselmektedir. Hamile kadının viral hastalık geçirmesiyle rahim içinde beyin hasan riski artar. Şizofreni hastalarının çoğunluğunun yılın başka zamanlannda değil de kış sonu veya bahar başında doğdukları ve bu dönem doğanlar arasındaki şizofreni vakalarının (nezle, kızamık ve suçiçeği gibi) viral hastalık salgınlarından sonraki dönemlerde çoğaldığı saptanmıştır. Ancak annenin geçirdiği viral enfeksiyonların yine büyük olasılıkla artan şizofreni riskinin yalnızca küçük bir bölümünü açıklayacağı da unutulmamalıdır.


Beyinde fiziksel anormallikler: Bazı şizofreni hastalarında beyinde fiziksel değişiklikler yaşandığı saptanmıştır. Beynin yapısındaki bu tür değişiklikler ölümden sonra beyin dokusunun analizi ve ayrıca insan yaşamı sürerken beynin incelenmesine olanak veren beyin görüntüleme teknikleri ile saptanabilmektedir. Bilgisayarlı Tomografi (CT-Scan) ve Manyetik Rezonans Görüntüleme (MR1) beyin yapısını görüntülemektedir. İşlevsel MRI ve izotop kullanılan tekniklerle (Single Photon Emission Tomography / Tekli Foton

Emisyonu Tomografisi - SPECT ve Positron Emission Tomography /PET) serebral bölgesel kan akışı (rCBF) ve beyin kimyasındaki değişiklikler gösterilebilmektedir.
Hep birlikte ele alındığında bu bulgular şizofrenide internöronların gerçekleştirdiği beyin faaliyetinde bir açık söz konusu olduğunu göstermektedir.


Nörokimyasal:Şizofrenide nöro-kimyasal anormalliklerin işin içinde olduğu varsayımının tarihçesi oldukça eskidir. Ancak ampirik veriler yalnızca antip***otik ilaçların beyindeki katekolamin metabolizması ile, daha spesifik olarak, bu ilaçların katekolamin postsinaptik alıcılar (reseptörler) üzerindeki etkisinin bloke edilmesi ile ilişkisi gösterildiğinde elde edilmiştir. Daha sonra yapılan araştırmalar, antip***otiklerin dopamin-2(D2) reseptörlerini bloke etme kapasitesini göstermiştir. Klinik etkilerinin kaynağı budur. Dopamin beyin hücrelerinin itkilere duyarlılığını arttırır. Normal olarak, bu güçlendirilmiş duyarlılık kişinin stres ya da tehlike koşullarında bilincini güçlendirmek açısından yararlıdır. Ancak bir şizofreni hastasında, dopamin etkisinin zaten hiperaktif bir beyine eklenmesi kişiyi p***oza sürükleyebilecektir. Şizofrenide dopaminerjik hiperaktivasyonun ek olarak üstlendiği role, dopaminin etkilerini arttıran bir ilaç olan amfetaminin şizofreni benzeri belirtileri kötüleştirici ve hatta açığa çıkartıcı etki yaptığı yolundaki gözlemlerden hareketle ulaşılmıştır. Merkezi sinir sisteminde arttırılmış dopaminerjik etkinlik iki mekanizmayla gerçekleşmektedir:


1 .sinaptik bölgelerde dopamin artışı ve
2.reseptör aşın-duyarlılığı.

Her iki mekanizma da şizofrenide geniş olarak sorgulanmış ama her iki yönde de sonuca taşıyan veriler elde edilememiştir. Hastaların vücut sıvılarında dopamin değişimi ve ölüm sonrası beyin dokusunda dopamin düzeyinin doğrudan belirlenmesi çelişkili sonuçlar vermektedir

PET gibi neuroimaging (sinirsel görüntüleme) teknikleri, kısa süre önce beyindeki dopamin reseptör yoğunluğunun belirlenmesi için kullanılmıştır. Kla*** antip***otiklerin dopamin alıcıları üzerinde bloke edici etkisi açık biçimde gösterilmiş olmakla birlikte, ilaç kullanmamış hastalardaki dopamin-reseptör yoğunluğu ile kontrol gruplar arasında yapılan karşılaştırmadan çıkan sonuçlar da araştırmalar arasında farklılık arzetmektedir. Moleküler biyoloji teknikleri kullanılarak, ilaç kullanmamış şizofreni hastalarında beyin dokusunda ölüm sonrası bir dopamin-reseptör yoğunluk ve duyarlılık artışı gösterilmiştir . Atipik antip***otikler kullanıldığında araştırmacılar, antip***otiklerin D2 bloke etme etkisinin antip***otik etkinin temel faktörünü oluşturduğu yolundaki varsayımı sorgulamaya başlamışlardır. "Atipik" antip***otiklerin etki biçiminin, D2 dopamin reseptörlerin (serotonin 5-HT reseptörler dahil) yanı sıra, bir çok reseptör için de yakın bir ilişkiyi kapsadığı kanıtlanmış bulunmaktadır. Sonuç olarak araştırma bulguları başka birçok reseptör bölgesinin de (örneğin D1, D3, D4, 5-HT2 ve NMDA) şizofreninin patogenezine dahil edilmesi gerektiğine işaret etmektedir.]]>
<![CDATA[Şizofreni Tedavisi]]> https://eylulforum.com/konu-sizofreni-tedavisi Wed, 06 Oct 2010 11:11:54 +0300 https://eylulforum.com/konu-sizofreni-tedavisi

Şizofreni tedavisinin üç ana bileşeni vardır:
■ Belirtileri iyileştirmeye ve yemden hastalanmayı önlemeye yarayan ilaçlar ile tedavi;
■ Hastalara ve ailelere sorunlarını çözmeleri, stresi aşmak, hastalık ve komplikasyonlanyla mücadele etmek, kötüleşmeyi önlemek yönünde yardım etmeye yönelik, eğitsel ve p***ososyal müdahaleler.
■ Hastaların yaşamla yeniden bütünleşmeleri, eğitsel ya da mesleki işlevlerini yeniden kazanmalarına yönelik toplumsal rehabilitasyon.

Sağlık çalışanları Dünya Pısıkiyatri Derneğinin 1996 tarihli Madrid Deklarasyonunun ilkelerini bilmek zorundadırlar. Bu ilkelerde bilimsel gelişmeleri izlemenin önemi, güncellenmiş bilgileri meslektaşlarla paylaşma gereği ve hastayı tedavi sürecinde bir ortak olarak kabul etmek yer almaktadır. Ayrıca farklı tedavi yaklaşımlarının birleşik olarak da uygulanması (örneğin vaka yönetimi ekipleri) mümkündür. Bu yolla bütün çabalar aynı hedeflere odaklanmış olacak, hasta ile ailesi tedavi planlarındaki ortak terapi çizgilerini kavrayacaklardır. Sağlık çalışanları hastalan ve ailelerini hasta/aile destek gruplarında işbirliği yapmaları yönünde teşvik etmelidir; bu tür çalışmalar hastalıkla başa çıkmakta yardım ve rehberlik sağlamaktadır.

Antipsıkotik İlaçlar
Şizofreni tedavisinde kullanılan ilaçlar genel olarak iki grupta toplanır:
1. Kla*** antip***otikler (daha önceleri "nöroleptikler" denirdi)
2. Yeni antip***otikler {ikinci kuşak ya da "atipik" antip***otikler)


Klasık antipsıkotikler
Kla*** antip***otik ilaçlar klinik uygulamaya ilk kez 1950'lerin ortalarında girmiştir. Antip***otik terimi, klozapinin kullanıma girmesinden önce geliştirilen antip***otik ilaçlar için kullanılmıştır. Antip***otikler daha önceleri distoni, parkinson, diskinezi ve akatizi gibi ekstrapiramidal motor sistem üzerindeki karakteristik yan etkileri nedeniyle "nöroleptikler" olarak adlandırılıyordu. Bu ilaçların şizofreninin, halüsinasyon ve hezeyan gibi pozitif belirtilerini azaltmak ve kimi zaman yok etmekte yararlı oldukları kanıtlanmıştır. Yine ajitasyon, isteksizlik ve saldırganlık gibi belirtileri hafifletmek için de yararlıdırlar. Ne yazık ki, şizofreninin apati, toplumsal geri çekilme ve düşünce yoksulluğu gibi negatif belirtilerinin tedavisinde etkileri olmamıştır. Bu ilaçlar düzenli kullanılmaları halinde, hastalığın tekrarlama riskini de azaltır. Etkin antip***otik ilaçların devreye sokulması şizofreni hastalarının toplum içinde tedavisini daha da kolaylaştırmış ve hastaneye geri dönüşü de gereksizleştirmiştir. Antip***otik ilaçlar hastalara tedavinin p***ososyal biçimleri açısından da yardımcı olmaktadır.


Klasık antipsıkotik ilaçlar, Klorpromazin, Tiyoridazin, Haloperidol gibi ilaçlardır.


Yeni antipsıkotikler
Daha önceki yıllarda ilaç geliştirme çalışmalarında özellikle halüsinasyon ve hezeyan gibi pozitif belirtileri azaltmak üzerinde duruluyordu. Ancak son yıllarda araştırmacılar daha az yan etkisi olan antip***otik ilaçlar üretmeye yönelmiş ve pozitif belirtiler kadar negatif belirtilerin tedavisine de ağırlık vermişlerdir ve bu yaklaşım yaşam kalitesini iyileştirme, modern tedavi ve
rehabilitasyon adına büyük katkılar sağlamıştır. Klozapin oldukça az ekstrapiramidal yan etki (EPS) gösteren ilk antip***otik ilaç olmuştur. Klozapin'i olanzapin, risperidon, ketiapin gibi yeni ilaçlar izlemiştir. "Yeni", " ikinci kuşak", veya "atipik" antip***otik terimleri bu ilaç grubu için kullanılmaktadır. Yeni antip***otiklerin kla*** olanlara göre bir diğer avantajı da negatif belirtileri azaltmaları ve prolaktin düzeylerinde çok az ya da hiç yükselmeye sebep olmamalarıdır.


Eğitim ve Diğer Psıkososyal Tedaviler
Psıkososyal tedavilerin şizofreninin tedavi, gelişim ve sonucunu etkiledikleri düşünülmektedir. İlaç tedavileri sayesinde şizofreni hastalığında köklü değişiklikler gündeme gelmekle birlikte, son yıllarda, psıkososyal müdahalelerin şizofreni tedavisinde önemli olduğu yolunda artan ölçüde araştırma kanıtlan elde edilmiştir. Psıkososyal müdahaleler içinde psıkolojik veya toplumsal yönetim strateji ve teknikleri ile bilişsel, yetersizlik, fonksiyon bozukluğu gibi psıkolojik sorunları azaltmak veya yok etmek, hastanın toplumla yeniden kaynaşması ve psıkososyal anlamda rehabilite edilmesini kolaylaştırmak vardır. Psıkososyal müdahaleler hem pozitif hem negatif belirtileri azaltmayı, tedaviyi desteklemeyi, hastanın tedavi sürecine bağlanmasını, yeniden hastalanma riskini önlemeyi, toplumsal ve iletişimsel becerileri geliştirmeyi, stresle daha iyi uğraşabilmek için hastalar ve yakınlarının donanımlarının güçlendirilmesini kapsar. Psıkososyal müdahale ilaç tedavisinin tamamlayıcısıdır.


Şizofreni hastalarının yaşadığı sorunlar toplumsal, kişisel, klinik ve kimi zaman siyasidir (örneğin ayrımcılık). Şizofreninin etkisi yaşamın çok fazla alanında hissedildiği için, etkin tedavi birden fazla soruna hitap etmelidir. Bunlar arasında hastalığın geri dönmesini önlemek, psıkolojik eğitim, aile yaşamı, topluluk içinde ve diğer özel alanlarda bakım ve rehabilitasyon sayılabilir.


Tıbbi yaklaşımlar ve rehabilitasyon çabalarına ilişkin çalışmalar, ilaç ve rehabilitasyonun birlikte çok daha iyi sonuç verdiğini göstermektedir. İlaç gerekli olmakla birlikte tek başına yeterli tedavi sağlamamaktadır; rehabilitasyon ise özenli ilaç kullanımına gerek duymaktadır.]]>


Şizofreni tedavisinin üç ana bileşeni vardır:
■ Belirtileri iyileştirmeye ve yemden hastalanmayı önlemeye yarayan ilaçlar ile tedavi;
■ Hastalara ve ailelere sorunlarını çözmeleri, stresi aşmak, hastalık ve komplikasyonlanyla mücadele etmek, kötüleşmeyi önlemek yönünde yardım etmeye yönelik, eğitsel ve p***ososyal müdahaleler.
■ Hastaların yaşamla yeniden bütünleşmeleri, eğitsel ya da mesleki işlevlerini yeniden kazanmalarına yönelik toplumsal rehabilitasyon.

Sağlık çalışanları Dünya Pısıkiyatri Derneğinin 1996 tarihli Madrid Deklarasyonunun ilkelerini bilmek zorundadırlar. Bu ilkelerde bilimsel gelişmeleri izlemenin önemi, güncellenmiş bilgileri meslektaşlarla paylaşma gereği ve hastayı tedavi sürecinde bir ortak olarak kabul etmek yer almaktadır. Ayrıca farklı tedavi yaklaşımlarının birleşik olarak da uygulanması (örneğin vaka yönetimi ekipleri) mümkündür. Bu yolla bütün çabalar aynı hedeflere odaklanmış olacak, hasta ile ailesi tedavi planlarındaki ortak terapi çizgilerini kavrayacaklardır. Sağlık çalışanları hastalan ve ailelerini hasta/aile destek gruplarında işbirliği yapmaları yönünde teşvik etmelidir; bu tür çalışmalar hastalıkla başa çıkmakta yardım ve rehberlik sağlamaktadır.

Antipsıkotik İlaçlar
Şizofreni tedavisinde kullanılan ilaçlar genel olarak iki grupta toplanır:
1. Kla*** antip***otikler (daha önceleri "nöroleptikler" denirdi)
2. Yeni antip***otikler {ikinci kuşak ya da "atipik" antip***otikler)


Klasık antipsıkotikler
Kla*** antip***otik ilaçlar klinik uygulamaya ilk kez 1950'lerin ortalarında girmiştir. Antip***otik terimi, klozapinin kullanıma girmesinden önce geliştirilen antip***otik ilaçlar için kullanılmıştır. Antip***otikler daha önceleri distoni, parkinson, diskinezi ve akatizi gibi ekstrapiramidal motor sistem üzerindeki karakteristik yan etkileri nedeniyle "nöroleptikler" olarak adlandırılıyordu. Bu ilaçların şizofreninin, halüsinasyon ve hezeyan gibi pozitif belirtilerini azaltmak ve kimi zaman yok etmekte yararlı oldukları kanıtlanmıştır. Yine ajitasyon, isteksizlik ve saldırganlık gibi belirtileri hafifletmek için de yararlıdırlar. Ne yazık ki, şizofreninin apati, toplumsal geri çekilme ve düşünce yoksulluğu gibi negatif belirtilerinin tedavisinde etkileri olmamıştır. Bu ilaçlar düzenli kullanılmaları halinde, hastalığın tekrarlama riskini de azaltır. Etkin antip***otik ilaçların devreye sokulması şizofreni hastalarının toplum içinde tedavisini daha da kolaylaştırmış ve hastaneye geri dönüşü de gereksizleştirmiştir. Antip***otik ilaçlar hastalara tedavinin p***ososyal biçimleri açısından da yardımcı olmaktadır.


Klasık antipsıkotik ilaçlar, Klorpromazin, Tiyoridazin, Haloperidol gibi ilaçlardır.


Yeni antipsıkotikler
Daha önceki yıllarda ilaç geliştirme çalışmalarında özellikle halüsinasyon ve hezeyan gibi pozitif belirtileri azaltmak üzerinde duruluyordu. Ancak son yıllarda araştırmacılar daha az yan etkisi olan antip***otik ilaçlar üretmeye yönelmiş ve pozitif belirtiler kadar negatif belirtilerin tedavisine de ağırlık vermişlerdir ve bu yaklaşım yaşam kalitesini iyileştirme, modern tedavi ve
rehabilitasyon adına büyük katkılar sağlamıştır. Klozapin oldukça az ekstrapiramidal yan etki (EPS) gösteren ilk antip***otik ilaç olmuştur. Klozapin'i olanzapin, risperidon, ketiapin gibi yeni ilaçlar izlemiştir. "Yeni", " ikinci kuşak", veya "atipik" antip***otik terimleri bu ilaç grubu için kullanılmaktadır. Yeni antip***otiklerin kla*** olanlara göre bir diğer avantajı da negatif belirtileri azaltmaları ve prolaktin düzeylerinde çok az ya da hiç yükselmeye sebep olmamalarıdır.


Eğitim ve Diğer Psıkososyal Tedaviler
Psıkososyal tedavilerin şizofreninin tedavi, gelişim ve sonucunu etkiledikleri düşünülmektedir. İlaç tedavileri sayesinde şizofreni hastalığında köklü değişiklikler gündeme gelmekle birlikte, son yıllarda, psıkososyal müdahalelerin şizofreni tedavisinde önemli olduğu yolunda artan ölçüde araştırma kanıtlan elde edilmiştir. Psıkososyal müdahaleler içinde psıkolojik veya toplumsal yönetim strateji ve teknikleri ile bilişsel, yetersizlik, fonksiyon bozukluğu gibi psıkolojik sorunları azaltmak veya yok etmek, hastanın toplumla yeniden kaynaşması ve psıkososyal anlamda rehabilite edilmesini kolaylaştırmak vardır. Psıkososyal müdahaleler hem pozitif hem negatif belirtileri azaltmayı, tedaviyi desteklemeyi, hastanın tedavi sürecine bağlanmasını, yeniden hastalanma riskini önlemeyi, toplumsal ve iletişimsel becerileri geliştirmeyi, stresle daha iyi uğraşabilmek için hastalar ve yakınlarının donanımlarının güçlendirilmesini kapsar. Psıkososyal müdahale ilaç tedavisinin tamamlayıcısıdır.


Şizofreni hastalarının yaşadığı sorunlar toplumsal, kişisel, klinik ve kimi zaman siyasidir (örneğin ayrımcılık). Şizofreninin etkisi yaşamın çok fazla alanında hissedildiği için, etkin tedavi birden fazla soruna hitap etmelidir. Bunlar arasında hastalığın geri dönmesini önlemek, psıkolojik eğitim, aile yaşamı, topluluk içinde ve diğer özel alanlarda bakım ve rehabilitasyon sayılabilir.


Tıbbi yaklaşımlar ve rehabilitasyon çabalarına ilişkin çalışmalar, ilaç ve rehabilitasyonun birlikte çok daha iyi sonuç verdiğini göstermektedir. İlaç gerekli olmakla birlikte tek başına yeterli tedavi sağlamamaktadır; rehabilitasyon ise özenli ilaç kullanımına gerek duymaktadır.]]>
<![CDATA["Karamsarlık,Kötümserlik,Olumsuzluk"]]> https://eylulforum.com/konu-karamsarlik-kotumserlik-olumsuzluk Wed, 06 Oct 2010 11:11:15 +0300 https://eylulforum.com/konu-karamsarlik-kotumserlik-olumsuzluk
Olayların en kötü tarafına bakarım.
``Yapabilirim'' demek yerine ``Yapamam'' derim
Değişebileceğime dair inancım yoktur.
Geleceğe dair ümidimi yitiririm.
Bütün olumlu yaklaşımlara karşıt görüş sunarım.
Kendim yada başkaları hakkında neşelendirici yorumlar yapamam.
Bütün konuşmalarım şikayet yada kötüleme haline gelir.
Kendim yada başkaları için söyleyebilecek tek iyi bir söz bile bulamam.
Hayattaki haksızlıklardan yakınırım.
Yeni hiç bir şey denemem yada risk almam çünkü başarısız olmaktan korkarım.
Hem bu gün hemde geçmişten insanların bana davranışları konusunda öfkelenirim�.
Yeni, yaratıcı yada potansiyeli olan fikirleri imkansız olduğunu düşündüğüm için reddederim.
Ufkumu daraltırım, dolayısıyla gelişmeme engel olurum.
Asla risk almam.
Trajedilerin, başarısızlıkların yada felaketlerin iyi yanını görmeye çalışanlarla mücadele ederim.
Daha büyük bir gücün varlığına inanan insanları küçümser ve hor görürüm
Başarısız bir işi düzeltmeye çalışan insanların çabalarına güler, alay ederim.
Düşünce şeklimi değiştirmemek için direnirim, çünkü hiç bir şeyin bana yardım etmeyeceğine ve değişim yapmayacağına inanırım.

Karamsar, Kötümser yada Olumsuz olduğumda kendimi nasıl hissedebilirim?

Yalnız, terkedilmiş ve izole edilmiş hissederim.
Değersiz, boş ve işe yaramaz hissederim.
Yetersiz, cahil ve faydasız hissederim.
Yenilmiş, çökmüş ve kaybolmuş hissederim.
İhanet edilmiş, istenmeyen ve aldatılmış hissederim.
Bunalmış, ezilmiş ve savunmasız hissederim.
Umursanmamış, göz ardı edilmiş ve ciddiye alınmamış hissederim.
Zayıf, yenilmiş ve dışlanmış hissederim.
Küstah, isyankar, ve saldırgan hissederim.
Kendime acır, kendime lanet okur ve kendimi aşağılarım.

Karamsar, Kötümser yada Olumsuz olmanın etkileri nelerdir?

İnsanların benimle konuşmaktan kaçındığını farkederim.
Yaşamımdan zevk almam ve geleceğimi düşündükçe moralim bozulur.
Sağlıklı bir şekilde sorunları çözmeyi başaramam.
Problemlere alternatif çözümleri kabul etmem.
Ailem, dostlarım ve iş arkadaşlarım benim aşırı eleştirici olduğumu söylerler.
Bir arada olmak istenecek eğlenceli biri değilim.
Yapıcı eleştiri benim için ne kadar değersiz olduğumu ortaya koymak demektir ve eleştirinin içinde herhangi bir fayda bulmam.
Kendimi sürekli tekrar eden reddedilmeler ve yenilgiler zinciri içinde bulurum.
"Asla başarılı olmayacağım.'' Düşüncemi gerçekleştirmek için uğraşırım.
Başkaları ile arama duvar örerim, öyle ki aşılması imkansızdır.
Hayat ile ilgili olumsuz düşüncelerime uymayan bütün fikirlere kendimi kapatırım.
Kimse benden hoşlanmaz.
"Evet, ama'' tavrını severim.
Sabit fikirliyim, dar görüşlüyüm ve olaylara sadece tek bir açıdan bakarım.

Ne tür mantıksız düşünceler beni Karamsar, kötümser yada olumsuz olmaya iter?

Asla başarılı olamayacağım.
Hiç bir şeyi doğru yapamam.
İnsanlar asla değişmez.
Ne kadar değişmeye çalışırsam çalışayım farketmez, insanlar görmüyorlar.
Geçmiş tecrübelerimden biliyorum gelecek için ümitlenmenin hiç bir anlamı yok.
Ne kadar değişirsem değişeyim hiç bir zaman yeterli olmuyor.
Hayat daha kolay olmalı.
Hayat adil olmalı.
Yaşamda o kadar çok kötülük var ki, iyi bir şeyler olmasını nasıl bekleyebilirim ki?
Daha iyi bir yaşam için yapmam gereken çok iş var� Çok zor.
Yaşamın tamamı aldatmaca. Mutluluk, aşk yada başarı diye bir şey yok aslında.
Niye savaşayım ki? Nasılsa düzen hep aynı: zengin daha zengin olur, fakir ise daha fakir.
Yaşamda hiç bir şey garanti değil, ölümden başka; niye risk alıp hayatımı değiştireyim ki?
Niye başkaları değişmiyor? Niye hep değişmesi gereken kişi ben olmak zorundayım?
Niye yaşam benim için daha kolay olmuyor?
Bu şekilde olmamın sorumlusu ailemdir; hiç bir şey bu gerçeği değiştiremez.
Eğer risk alıp yaşamımı değiştirmeye kalkarsam sonuçta kaybeden gene ben olurum.
İnsanlar sadece bir şey istedikleri zaman bana iyi davranırlar.
Kimseye güvenme; Kimseye içini açma; asla risk alma ve her zaman kendine sakla.
Yaşamda, acı, keder ve ızdıraptan başka hiç bir şey yok.
Kaderim çizilmiş; Değiştirmem mümkün değil.
Genlerim, ailemden bana geçen huylar ve yetiştirilme koşullarım benim bu halde olmamın sebepleridir.
Bir kere düştün mü bir daha kalkamazsın.
Bütün insanların suratında maske var ve hiç kimseye güvenilmez � iyi bile görünseler.
İnsanların içinde iyilik olduğuna ve yaşamda değişmenin mümkün olduğuna inanmak enayiliktir.
Geçmişte hep kötülük ile karşılaştım, niye gelecekte farklı olmasını bekleyeyim?
Eğer insanlar beni sevseydi ve destekleselerdi beni eleştirmez yada hatalarımı düzeltmezlerdi.
Her zaman aynı: elini uzatırsan tokat yersin.
Ne kadar iyi bir insan olmaya çalışırsam çalışayım işin sonunda hep aldatılan ben olurum.
Ben kimsem oyum, bunu değiştiremem.

Karamsar, kötümser yada olumsuz olmama ne yol açar?

Geçmişte büyük bir trajedi yada kayıp yaşadım ve hala tam olarak bu acıyı atlatamadım. Kaybımı kabul edemiyorum.
Yaşamdan tam olarak keyif almama engel olan bir sakatlığım var.
Hayatım boyunca, okulda, işimde, ailemde, yada ilişkilerimde sürekli başarısızlık yaşadım ve beceriksiz biri olduğumu kabul ettim.
Ailem bana karşı hep umursamaz oldu. Fikirlerimin duyulması için herkesle kavga etmek zorundayım.
Geçmişte yaptığım bir hata yüzünden hala suçluluk hissediyorum; Asla affedilmeyeceğim ve benim için gelecek ümitsiz. .
Düşüncelerimi, duygularımı ve davranışlarımı değiştirmek istemiyorum.
Ben inatçı bir insanım ve başka insanların yaşama pozitif yaklaşmamı öneren boş laflarını kabul etmiyorum.
Ben tembel biriyim ve değişmem için çok fazla enerji harcamam, çaba sarfetmem ve iş yapmam gerek. Uğraşmak istemiyorum.
Dikkat çekmekten hoşlanıyorum. Şimdiki davranışlarım negatif olsa da ilginin merkezi olmamı sağlıyor.
Her şeyin en doğrusunu bildiğime inanıyorum ve yanlış olabileceğim ihtimalini kabul etmiyorum
Karşılaştığım bütün o aptal, ukala ve mantıksız insanları düşün. İnan bana benim yolum olabilecek tek doğru yol.
Hayatımda hiç mutluluğu, neşeyi yada tatmin olma duygusunu yaşamadım. Artık tüm bunları kazanmak benim için imkansız.
Hayatımda hiç bir zaman başarılı insanlardan takdir yada saygı görmedim.
Sürekli olarak hatalarım, eksikliklerim, başarısızlıklarım ve yetersizliklerim yüzünden suçlandım.

Karamsar, kötümser yada olumsuzluğumu aşmak için ne yapabilirim?

Ailem, arkadaşlarım ve diğer insanlar ile davranışlarımı inceleyebilir ve bu davranışların yaşamımda ki etkilerini tespit edebilirim.
Olumsuz davranışlarımın bana zararı olduğunu kabullenebilirim.
Olumsuz yaklaşımıma yol açan duyguları belirleyebilir ve esas sorunumun kaynağını keşfedebilirim.
Olumsuz davranışlarımdan dolayı duygusal olarak acı cektiğimi görebilirim.
Davranışlarımın başkaları üzerinde ki etkilerini gözlemleyebilirim.
Bu davranışların başkaları ile sağlıklı ilişkiler kurmama nasıl engel olduğunu anlayabilirim.
Olumsuzluğumun ardında yatan mantıksız ve geçersiz düşünceleri tespit edebilirim.
Olumsuz düşünceler yerine mantıklı alternatifler geliştirebilirim.
Olumsuzluğumun temelinde çözümlenmemiş bir öfkenin yattığını keşfedip bu öfkeden kurtulmak için çaba sarfetmeye başlayabilirim.
Kendi kendime yarattığım olumsuz düşüncelerin farkına varabilir ve bu kısır döngüden çıkmak için çaba sarfedebilirim.
Kendimle ilgili görüşümü ve kendime söylediklerimi değiştirebilirim.
Başkalarından beklemek yerine kendime daha çok önem vermeye, onaylamaya başlayabilir ve kendimi kabul etmeyi öğrenebilirim.
Kendimi neşelendirmek için çaba sarfedebilirim.
Başkalarının sözleri ve davranışları ile beni üzmesine yada olumsuzluğa itmesine izin vermeyebilir ve bu davranışları göz ardı etmeyi öğrenebilirim.
Hata yapmam için kendime izin verebilir ve bunun insancıl bir olay olduğunu kabul edebilirim.
Hayatın yaşamaya değer olduğu ve hayatımın kontrolünü ele alarak fark yaratabileceğim fikrine açık olabilirim.
Tembelliğimi ve inatçılığımı azaltacağıma dair kendi kendime söz verebilirim.
İşe kendime olan güvenimi geri kazanmaya çalışarak başlayabilirim.]]>

Olayların en kötü tarafına bakarım.
``Yapabilirim'' demek yerine ``Yapamam'' derim
Değişebileceğime dair inancım yoktur.
Geleceğe dair ümidimi yitiririm.
Bütün olumlu yaklaşımlara karşıt görüş sunarım.
Kendim yada başkaları hakkında neşelendirici yorumlar yapamam.
Bütün konuşmalarım şikayet yada kötüleme haline gelir.
Kendim yada başkaları için söyleyebilecek tek iyi bir söz bile bulamam.
Hayattaki haksızlıklardan yakınırım.
Yeni hiç bir şey denemem yada risk almam çünkü başarısız olmaktan korkarım.
Hem bu gün hemde geçmişten insanların bana davranışları konusunda öfkelenirim�.
Yeni, yaratıcı yada potansiyeli olan fikirleri imkansız olduğunu düşündüğüm için reddederim.
Ufkumu daraltırım, dolayısıyla gelişmeme engel olurum.
Asla risk almam.
Trajedilerin, başarısızlıkların yada felaketlerin iyi yanını görmeye çalışanlarla mücadele ederim.
Daha büyük bir gücün varlığına inanan insanları küçümser ve hor görürüm
Başarısız bir işi düzeltmeye çalışan insanların çabalarına güler, alay ederim.
Düşünce şeklimi değiştirmemek için direnirim, çünkü hiç bir şeyin bana yardım etmeyeceğine ve değişim yapmayacağına inanırım.

Karamsar, Kötümser yada Olumsuz olduğumda kendimi nasıl hissedebilirim?

Yalnız, terkedilmiş ve izole edilmiş hissederim.
Değersiz, boş ve işe yaramaz hissederim.
Yetersiz, cahil ve faydasız hissederim.
Yenilmiş, çökmüş ve kaybolmuş hissederim.
İhanet edilmiş, istenmeyen ve aldatılmış hissederim.
Bunalmış, ezilmiş ve savunmasız hissederim.
Umursanmamış, göz ardı edilmiş ve ciddiye alınmamış hissederim.
Zayıf, yenilmiş ve dışlanmış hissederim.
Küstah, isyankar, ve saldırgan hissederim.
Kendime acır, kendime lanet okur ve kendimi aşağılarım.

Karamsar, Kötümser yada Olumsuz olmanın etkileri nelerdir?

İnsanların benimle konuşmaktan kaçındığını farkederim.
Yaşamımdan zevk almam ve geleceğimi düşündükçe moralim bozulur.
Sağlıklı bir şekilde sorunları çözmeyi başaramam.
Problemlere alternatif çözümleri kabul etmem.
Ailem, dostlarım ve iş arkadaşlarım benim aşırı eleştirici olduğumu söylerler.
Bir arada olmak istenecek eğlenceli biri değilim.
Yapıcı eleştiri benim için ne kadar değersiz olduğumu ortaya koymak demektir ve eleştirinin içinde herhangi bir fayda bulmam.
Kendimi sürekli tekrar eden reddedilmeler ve yenilgiler zinciri içinde bulurum.
"Asla başarılı olmayacağım.'' Düşüncemi gerçekleştirmek için uğraşırım.
Başkaları ile arama duvar örerim, öyle ki aşılması imkansızdır.
Hayat ile ilgili olumsuz düşüncelerime uymayan bütün fikirlere kendimi kapatırım.
Kimse benden hoşlanmaz.
"Evet, ama'' tavrını severim.
Sabit fikirliyim, dar görüşlüyüm ve olaylara sadece tek bir açıdan bakarım.

Ne tür mantıksız düşünceler beni Karamsar, kötümser yada olumsuz olmaya iter?

Asla başarılı olamayacağım.
Hiç bir şeyi doğru yapamam.
İnsanlar asla değişmez.
Ne kadar değişmeye çalışırsam çalışayım farketmez, insanlar görmüyorlar.
Geçmiş tecrübelerimden biliyorum gelecek için ümitlenmenin hiç bir anlamı yok.
Ne kadar değişirsem değişeyim hiç bir zaman yeterli olmuyor.
Hayat daha kolay olmalı.
Hayat adil olmalı.
Yaşamda o kadar çok kötülük var ki, iyi bir şeyler olmasını nasıl bekleyebilirim ki?
Daha iyi bir yaşam için yapmam gereken çok iş var� Çok zor.
Yaşamın tamamı aldatmaca. Mutluluk, aşk yada başarı diye bir şey yok aslında.
Niye savaşayım ki? Nasılsa düzen hep aynı: zengin daha zengin olur, fakir ise daha fakir.
Yaşamda hiç bir şey garanti değil, ölümden başka; niye risk alıp hayatımı değiştireyim ki?
Niye başkaları değişmiyor? Niye hep değişmesi gereken kişi ben olmak zorundayım?
Niye yaşam benim için daha kolay olmuyor?
Bu şekilde olmamın sorumlusu ailemdir; hiç bir şey bu gerçeği değiştiremez.
Eğer risk alıp yaşamımı değiştirmeye kalkarsam sonuçta kaybeden gene ben olurum.
İnsanlar sadece bir şey istedikleri zaman bana iyi davranırlar.
Kimseye güvenme; Kimseye içini açma; asla risk alma ve her zaman kendine sakla.
Yaşamda, acı, keder ve ızdıraptan başka hiç bir şey yok.
Kaderim çizilmiş; Değiştirmem mümkün değil.
Genlerim, ailemden bana geçen huylar ve yetiştirilme koşullarım benim bu halde olmamın sebepleridir.
Bir kere düştün mü bir daha kalkamazsın.
Bütün insanların suratında maske var ve hiç kimseye güvenilmez � iyi bile görünseler.
İnsanların içinde iyilik olduğuna ve yaşamda değişmenin mümkün olduğuna inanmak enayiliktir.
Geçmişte hep kötülük ile karşılaştım, niye gelecekte farklı olmasını bekleyeyim?
Eğer insanlar beni sevseydi ve destekleselerdi beni eleştirmez yada hatalarımı düzeltmezlerdi.
Her zaman aynı: elini uzatırsan tokat yersin.
Ne kadar iyi bir insan olmaya çalışırsam çalışayım işin sonunda hep aldatılan ben olurum.
Ben kimsem oyum, bunu değiştiremem.

Karamsar, kötümser yada olumsuz olmama ne yol açar?

Geçmişte büyük bir trajedi yada kayıp yaşadım ve hala tam olarak bu acıyı atlatamadım. Kaybımı kabul edemiyorum.
Yaşamdan tam olarak keyif almama engel olan bir sakatlığım var.
Hayatım boyunca, okulda, işimde, ailemde, yada ilişkilerimde sürekli başarısızlık yaşadım ve beceriksiz biri olduğumu kabul ettim.
Ailem bana karşı hep umursamaz oldu. Fikirlerimin duyulması için herkesle kavga etmek zorundayım.
Geçmişte yaptığım bir hata yüzünden hala suçluluk hissediyorum; Asla affedilmeyeceğim ve benim için gelecek ümitsiz. .
Düşüncelerimi, duygularımı ve davranışlarımı değiştirmek istemiyorum.
Ben inatçı bir insanım ve başka insanların yaşama pozitif yaklaşmamı öneren boş laflarını kabul etmiyorum.
Ben tembel biriyim ve değişmem için çok fazla enerji harcamam, çaba sarfetmem ve iş yapmam gerek. Uğraşmak istemiyorum.
Dikkat çekmekten hoşlanıyorum. Şimdiki davranışlarım negatif olsa da ilginin merkezi olmamı sağlıyor.
Her şeyin en doğrusunu bildiğime inanıyorum ve yanlış olabileceğim ihtimalini kabul etmiyorum
Karşılaştığım bütün o aptal, ukala ve mantıksız insanları düşün. İnan bana benim yolum olabilecek tek doğru yol.
Hayatımda hiç mutluluğu, neşeyi yada tatmin olma duygusunu yaşamadım. Artık tüm bunları kazanmak benim için imkansız.
Hayatımda hiç bir zaman başarılı insanlardan takdir yada saygı görmedim.
Sürekli olarak hatalarım, eksikliklerim, başarısızlıklarım ve yetersizliklerim yüzünden suçlandım.

Karamsar, kötümser yada olumsuzluğumu aşmak için ne yapabilirim?

Ailem, arkadaşlarım ve diğer insanlar ile davranışlarımı inceleyebilir ve bu davranışların yaşamımda ki etkilerini tespit edebilirim.
Olumsuz davranışlarımın bana zararı olduğunu kabullenebilirim.
Olumsuz yaklaşımıma yol açan duyguları belirleyebilir ve esas sorunumun kaynağını keşfedebilirim.
Olumsuz davranışlarımdan dolayı duygusal olarak acı cektiğimi görebilirim.
Davranışlarımın başkaları üzerinde ki etkilerini gözlemleyebilirim.
Bu davranışların başkaları ile sağlıklı ilişkiler kurmama nasıl engel olduğunu anlayabilirim.
Olumsuzluğumun ardında yatan mantıksız ve geçersiz düşünceleri tespit edebilirim.
Olumsuz düşünceler yerine mantıklı alternatifler geliştirebilirim.
Olumsuzluğumun temelinde çözümlenmemiş bir öfkenin yattığını keşfedip bu öfkeden kurtulmak için çaba sarfetmeye başlayabilirim.
Kendi kendime yarattığım olumsuz düşüncelerin farkına varabilir ve bu kısır döngüden çıkmak için çaba sarfedebilirim.
Kendimle ilgili görüşümü ve kendime söylediklerimi değiştirebilirim.
Başkalarından beklemek yerine kendime daha çok önem vermeye, onaylamaya başlayabilir ve kendimi kabul etmeyi öğrenebilirim.
Kendimi neşelendirmek için çaba sarfedebilirim.
Başkalarının sözleri ve davranışları ile beni üzmesine yada olumsuzluğa itmesine izin vermeyebilir ve bu davranışları göz ardı etmeyi öğrenebilirim.
Hata yapmam için kendime izin verebilir ve bunun insancıl bir olay olduğunu kabul edebilirim.
Hayatın yaşamaya değer olduğu ve hayatımın kontrolünü ele alarak fark yaratabileceğim fikrine açık olabilirim.
Tembelliğimi ve inatçılığımı azaltacağıma dair kendi kendime söz verebilirim.
İşe kendime olan güvenimi geri kazanmaya çalışarak başlayabilirim.]]>
<![CDATA[Uyku Bozukluğu]]> https://eylulforum.com/konu-uyku-bozuklugu--8251 Wed, 06 Oct 2010 11:10:53 +0300 https://eylulforum.com/konu-uyku-bozuklugu--8251 Uykuya dalma, uykuyu sürdürme ve sonlandırmaya ilişkin sorunlar, dinlendirici olmayan uyku, insomnia (uykusuzluk) karşılığı kabul edilmektedir. Gündüzleri yorgunluk hissi, duygu alanında değişmeler (huzursuzluk, hırçınlık gibi), verimlilikte azalma, hatta düşünsel işlevlerde bozulma tabloya eşlik edebilmektedir.

Uykunun dönemleri var mıdır?
Uykuda farklı 5 dönem dikkati çekmektedir. Bu dönemlerden birisi REM (Rapid Eye Movement) diğerleri ise Non-REM olarak adlandırılmaktadır. Non-REM dönemi kendi içinde iki ana bölüme ayrılabilir:

Yüzeyel uyku (1. dönem ve kısmen 2. dönem)

Derin uyku (3. ve 4. dönemler). Bu dönemleri içine alacak şekilde bir tanım yapılırsa uyku, uyanıklıkla 5 uyku dönemi arasındaki periyodik geçişlerdir denebilir.

Genellikle kısa bir uyanık dönemden sonra insanlar 1., 2., 3. ve 4. döneme girmektedir. Uykunun başlamasından yaklaşık 90-120 dakika sonra da ilk REM dönemi ortaya çıkmaktadır. Daha sonra da 90-120 dakikalık aralarla bir gecede 3-5 REM döneminden geçilmektedir. Genç erişkin insan uykusunun yaklaşık olarak %5-10’unu 1. dönem, %45-60’ını 2. dönem, %20-25’ini 3. ve 4. dönem ve %20-30’unu REM dönemi kapsamaktadır. Genel olarak uykunun ilk üçte birlik bölümünde Non-REM, son üçte birlik döneminde de REM uykusu daha fazla yer almaktadır.

Yüzeyel uyku, uyku-uyanıklık geçişi arasındaki dönemi oluşturmakta olup bu dönemde insanlar kolaylıkla uyandırılabilmektedir. Derin uyku sırasında insanın uyandırılabilmesi için daha şiddetli uyarana ihtiyaç vardır. Bu dönemdeki değişimlerin, bedensel dinlenmeye, yenilenmeye hizmet ettiği kabul edilmektedir. Derin uykunun yeterince uyunmadığı ya da deneysel olarak ortadan kaldırıldığı durumlarda ise insanlar dinlenemediklerinden, sabah yorgun kalktıklarından, yeni bir günün yükünü taşıyacak durumda olmadıklarından yakınmaktadırlar.

Rüyalar ne zaman görülür?

Rüyaların % 80'inin REM sırasında görüldüğü bilinmektedir. Bu dönemdeki değişimler, fizyolojik aktiviteler açısından uyanıklığa benzerlik göstermektedir. REM'in işlevi konusunda iki temel açıklama vardır: birincisi, REM'in amacı gün içinde yaşananları unutmaktır, ikincisi, REM uyanıklıkta alınan bilgilerin düzenlenmesinde hizmet eder.REM'in birey için gerekli bulunmayan kayıtları silerek, gerekli olanları düzenleyerek ertesi güne duygusal ve düşünsel olarak hazırlanmaya hizmet ettiği söylenebilir.Ayrıca hayvan deneyleri, öğrenme ile REM arasında yakın ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.

Uyku bozuklukları yaygın mıdır?

Uyku bozukluklarının genel populasyonda yaygınlığı % 15-35 civarında olup, % 10-20 oranında ağır ve kalıcı bir şekilde uykusuzluktan yakınanlar bulunmaktadır. İnsanların % 50’si yaşamlarının bir döneminde uykusuzluk çekmektedirler. Bu insanların yarısının sorunlarının ciddi boyutta olduğunu ifade etmeleri, uykusuzluğun önemli ve oldukça yaygın olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Yaşa ya da cinsiyete göre uyku sorunları değişir mi?

Araştırmalar kadınların daha fazla uykusuzluk yakınması bulunduğunu göstermektedir. Yaşın ilerlemesiyle birlikte uyku ihtiyacı da azalmaktadır. Gençlerin daha çok uykuya dalma güçlüğü çektikleri, yaşlıların ise uykuyu sürdürmeye ilişkin sorunlarının ön planda olduğu dikkati çekmektedir. Yaşlılıkla artan hastalıkların uykusuzluk oluşumuna katkısı da yadsınamaz. Süregen uykusuzluk, kadınlarda, yaşlılarda ve bedensel ya da ruhsal hastalıkları olanlarda yaygındır.

Uykusuzluk insanı nasıl etkiler?

Uykusuzluk, hasta için uyuyamamanın ötesinde anlam taşımakta, psikososyal, mesleki alanlarda da sorunlara yol açmaktadır. Araştırmalar, uykusuzluğu olan insanların günlük yaşamlarında ve genel sağlık alanlarında daha çok sorunları olduğunu, giderek yaşam kalitesinin düştüğünü ve zaman/enerji yönünden daha çok yardım aramaya yöneldiklerine işaret etmektedir.

Ruhsal bozukluklarda uyku sorunları daha fazla görülür mü?

Psikiyatrik bozukluklarda uykusuzluk yakınmasının % 75 oranında bulunduğu dikkati çekmektedir. Bunların içinde depresyonda ortaya çıkan uyku bozuklukları özel bir yer tutmaktadır. Depresyonda olan kişilerin uyku örüntüsündeki değişiklikler biyolojik gösterge olarak kabul edilmektedir. Bu örüntüdeki tipik özellikler, kısa sürede REM dönemine girme, geceleri sık uyanma, sabahları erkenden uyanma olarak özetlenebilir. Anksiyete (kaygı) tablolarında ise çoğu zaman uykuya giriş sorunları ön plandadır. Bu hastaların bir bölümü gerginlik nedeniyle, yeterince gevşeme elde edemediklerinden uykuya zorlukla girebilmektedirler.

Uykusuzluk nedenleri nedir?

Uykusuzluğa, uyarılmaya yol açan tüm faktörlerin neden olabileceği söylenebilir. Bu nedenle kaynağında kısa süreli ya da kalıcı psikoljik/biyolojik değişmeler yer alabilir.

Bedensel hastalıklar ve bazı ilaçlar biyolojik faktörler olarak ortaya çıkmaktadır.

Psikolojik faktörler olarak bireyin içinde bulunduğu gerginlik ve kaygı gibi yaşantıların, uykunun başlangıcında beklenen gevşemeye engel olduğu, hatta uyku ya da uyumanın kaygı verici bir yaşantı olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Böylece, hastanın uykuya girişi gecikmekte ya da uykuya geçememekte, uyku başlasa bile kesintilerle sürmektedir.

Aşırı uyku nedir?

Gündüzleri uyuklamaların temel yakınma olduğu aşırı uyku tabloları, tüm uyku bozukluklarının yarısını oluşturmaktadır. Aşırı uyku tablosunun içinde iki önemli bozukluk yer almaktadır: Bunların birincisi uyku apnesi, ikincisi ise narkolepsidir.

Uyku apnesi, bir saatlik uyku sırasında 10 saniyeden uzun süren beşden fazla sayıda solunum durmasıdır. Yaşamı tehdit eden, ani gece ölümlerine neden olduğu ileri sürülen ve yorgunluk, isteksizlik, verimsizlik, düşünsel işlevlerde bozulma, duygusal dengesizlik gibi çeşitli psikiyatrik belirtilere yol açabilen bir tablodur.

Narkolepsi, gündüzleri uyku atakları, karabasan ve diğer ek belirtilerle karakterize bir tablodur.. Tanı, uyku laboratuarlarındaki çalışmalarla konabilmektedir.

Uykuda konuşma, yürüme, kabus neden olur?

Uykuda konuşma, yürüme, diş gıcırdatma, kabus, korku, karabasan, altını ıslatma gibi tabloları içeren uyku bozuklukları (parasomnia'lar) tüm uyku bozukluklarının % 15.'ni oluşturmaktadır. Genellikle çocukluk ve ergenlik dönemde görülmektedir. Çocuk ve ergenlerin yaklaşık dörtte birinde parasomnia görülmektedir. Bu oran, erişkin dönemde % 1’e düşmektedir. Genellikle uykunun başlangıç dönemindeki Non-REM uykusu sırasında görülmekte olan parasomnia tablolarının genellikle psikolojik nedenlere dayalı olduğu dikkati çekmektedir. Bu nedenle tedavinin temelini psikolojik modeller oluşturmaktadır.

Uyku düzeni bozuklukları nedir?

Uyku düzeni (siklus) bozuklukları, tüm uyku bozuklularının % 2.9'nu oluşturmaktadır. Burada zaman zaman gece çalışanlara, uçakla ekvatora paralel olarak yolculuk yapanlara (jet-lag), günlük siklusu 24 saatten kısa ya da uzun olanlara ait tablolar yer almaktadır. Tedavi nedene yönelik olup, ritmin düzenlenmesi temel alınmaktadır.

Uyku bozukluğunun tanısının konabilmesi için,yakınmanın tanımlanması, nasıl ortaya çıktığının ve ilişkili faktörlerin araştırılmasına yönelik olan ayrıntılı bir görüşme , psikolojik değerlendirme yapılmalı ve fizik muayene ile laboratuvar testleri uygulanmalıdır.Ancak görüşme ve incelemeler sonucunda uygun tedaviye yanıt alınamamış, spesifik bir uyku bozukluğuna işaret eden sorunları bulunduğu düşünülen ya da tedavi sonuçları izlenecek hastalar uyku laboratuvarında incelenmelidir.

Uyku sorunlarının tedavisi nasıl oluyor?

Uykusuzluğu olan kişilerin bir sonuç alamamalarına karşın uyumak için alkol vb. maddeleri kullandıkları dikkati çekmektedir. Bu şekilde, tabloya diğer sorunlar eklenmektedir.

Uykusuzluğun kaynağı olarak görülen bedensel ve psikolojik gerginlikle başetmek için gevşeme teknikleri ile gerginlik ortadan kaldırılmaya çalışılır. Bazı uykusuzluk tablolarında ilaç tedavisi kullanılmaktadır.

Uykusuz insanların bir bölümünde sadece uyku hijyeninin düzenlenmesiyle önemli ölçüde yarar sağlanabilmektedir. Uyku hijyeni için şu noktalara dikkat edilmelidir:

çok aç ya da tok olmamak,
kafeinli, alkollü, kolalı içeceklerden ve tütün kullanımından kaçınmak,
düzenli egzersiz yapmak, ancak akşam saatlerinde heyecan oluşturacak aktivitelerden kaçınmak,
uyku gelmeden yatağa girmemek,
yatak odasını sadece uyku ve cinsel ilişki için kullanmak,
uyuyamadığında uyumaya çabalamamak, yataktan ve yatak odasından çıkarak başka bir yerde zaman geçirip uyku gelince yatağa dönmek,
ne kadar uyunursa uyunsun sabah belirli bir saatte kalkmak,
gündüzleri uyumamak ve yatak odasını ses, ışık, ısı yönünden izole etmek.]]>
Uykuya dalma, uykuyu sürdürme ve sonlandırmaya ilişkin sorunlar, dinlendirici olmayan uyku, insomnia (uykusuzluk) karşılığı kabul edilmektedir. Gündüzleri yorgunluk hissi, duygu alanında değişmeler (huzursuzluk, hırçınlık gibi), verimlilikte azalma, hatta düşünsel işlevlerde bozulma tabloya eşlik edebilmektedir.

Uykunun dönemleri var mıdır?
Uykuda farklı 5 dönem dikkati çekmektedir. Bu dönemlerden birisi REM (Rapid Eye Movement) diğerleri ise Non-REM olarak adlandırılmaktadır. Non-REM dönemi kendi içinde iki ana bölüme ayrılabilir:

Yüzeyel uyku (1. dönem ve kısmen 2. dönem)

Derin uyku (3. ve 4. dönemler). Bu dönemleri içine alacak şekilde bir tanım yapılırsa uyku, uyanıklıkla 5 uyku dönemi arasındaki periyodik geçişlerdir denebilir.

Genellikle kısa bir uyanık dönemden sonra insanlar 1., 2., 3. ve 4. döneme girmektedir. Uykunun başlamasından yaklaşık 90-120 dakika sonra da ilk REM dönemi ortaya çıkmaktadır. Daha sonra da 90-120 dakikalık aralarla bir gecede 3-5 REM döneminden geçilmektedir. Genç erişkin insan uykusunun yaklaşık olarak %5-10’unu 1. dönem, %45-60’ını 2. dönem, %20-25’ini 3. ve 4. dönem ve %20-30’unu REM dönemi kapsamaktadır. Genel olarak uykunun ilk üçte birlik bölümünde Non-REM, son üçte birlik döneminde de REM uykusu daha fazla yer almaktadır.

Yüzeyel uyku, uyku-uyanıklık geçişi arasındaki dönemi oluşturmakta olup bu dönemde insanlar kolaylıkla uyandırılabilmektedir. Derin uyku sırasında insanın uyandırılabilmesi için daha şiddetli uyarana ihtiyaç vardır. Bu dönemdeki değişimlerin, bedensel dinlenmeye, yenilenmeye hizmet ettiği kabul edilmektedir. Derin uykunun yeterince uyunmadığı ya da deneysel olarak ortadan kaldırıldığı durumlarda ise insanlar dinlenemediklerinden, sabah yorgun kalktıklarından, yeni bir günün yükünü taşıyacak durumda olmadıklarından yakınmaktadırlar.

Rüyalar ne zaman görülür?

Rüyaların % 80'inin REM sırasında görüldüğü bilinmektedir. Bu dönemdeki değişimler, fizyolojik aktiviteler açısından uyanıklığa benzerlik göstermektedir. REM'in işlevi konusunda iki temel açıklama vardır: birincisi, REM'in amacı gün içinde yaşananları unutmaktır, ikincisi, REM uyanıklıkta alınan bilgilerin düzenlenmesinde hizmet eder.REM'in birey için gerekli bulunmayan kayıtları silerek, gerekli olanları düzenleyerek ertesi güne duygusal ve düşünsel olarak hazırlanmaya hizmet ettiği söylenebilir.Ayrıca hayvan deneyleri, öğrenme ile REM arasında yakın ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.

Uyku bozuklukları yaygın mıdır?

Uyku bozukluklarının genel populasyonda yaygınlığı % 15-35 civarında olup, % 10-20 oranında ağır ve kalıcı bir şekilde uykusuzluktan yakınanlar bulunmaktadır. İnsanların % 50’si yaşamlarının bir döneminde uykusuzluk çekmektedirler. Bu insanların yarısının sorunlarının ciddi boyutta olduğunu ifade etmeleri, uykusuzluğun önemli ve oldukça yaygın olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Yaşa ya da cinsiyete göre uyku sorunları değişir mi?

Araştırmalar kadınların daha fazla uykusuzluk yakınması bulunduğunu göstermektedir. Yaşın ilerlemesiyle birlikte uyku ihtiyacı da azalmaktadır. Gençlerin daha çok uykuya dalma güçlüğü çektikleri, yaşlıların ise uykuyu sürdürmeye ilişkin sorunlarının ön planda olduğu dikkati çekmektedir. Yaşlılıkla artan hastalıkların uykusuzluk oluşumuna katkısı da yadsınamaz. Süregen uykusuzluk, kadınlarda, yaşlılarda ve bedensel ya da ruhsal hastalıkları olanlarda yaygındır.

Uykusuzluk insanı nasıl etkiler?

Uykusuzluk, hasta için uyuyamamanın ötesinde anlam taşımakta, psikososyal, mesleki alanlarda da sorunlara yol açmaktadır. Araştırmalar, uykusuzluğu olan insanların günlük yaşamlarında ve genel sağlık alanlarında daha çok sorunları olduğunu, giderek yaşam kalitesinin düştüğünü ve zaman/enerji yönünden daha çok yardım aramaya yöneldiklerine işaret etmektedir.

Ruhsal bozukluklarda uyku sorunları daha fazla görülür mü?

Psikiyatrik bozukluklarda uykusuzluk yakınmasının % 75 oranında bulunduğu dikkati çekmektedir. Bunların içinde depresyonda ortaya çıkan uyku bozuklukları özel bir yer tutmaktadır. Depresyonda olan kişilerin uyku örüntüsündeki değişiklikler biyolojik gösterge olarak kabul edilmektedir. Bu örüntüdeki tipik özellikler, kısa sürede REM dönemine girme, geceleri sık uyanma, sabahları erkenden uyanma olarak özetlenebilir. Anksiyete (kaygı) tablolarında ise çoğu zaman uykuya giriş sorunları ön plandadır. Bu hastaların bir bölümü gerginlik nedeniyle, yeterince gevşeme elde edemediklerinden uykuya zorlukla girebilmektedirler.

Uykusuzluk nedenleri nedir?

Uykusuzluğa, uyarılmaya yol açan tüm faktörlerin neden olabileceği söylenebilir. Bu nedenle kaynağında kısa süreli ya da kalıcı psikoljik/biyolojik değişmeler yer alabilir.

Bedensel hastalıklar ve bazı ilaçlar biyolojik faktörler olarak ortaya çıkmaktadır.

Psikolojik faktörler olarak bireyin içinde bulunduğu gerginlik ve kaygı gibi yaşantıların, uykunun başlangıcında beklenen gevşemeye engel olduğu, hatta uyku ya da uyumanın kaygı verici bir yaşantı olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Böylece, hastanın uykuya girişi gecikmekte ya da uykuya geçememekte, uyku başlasa bile kesintilerle sürmektedir.

Aşırı uyku nedir?

Gündüzleri uyuklamaların temel yakınma olduğu aşırı uyku tabloları, tüm uyku bozukluklarının yarısını oluşturmaktadır. Aşırı uyku tablosunun içinde iki önemli bozukluk yer almaktadır: Bunların birincisi uyku apnesi, ikincisi ise narkolepsidir.

Uyku apnesi, bir saatlik uyku sırasında 10 saniyeden uzun süren beşden fazla sayıda solunum durmasıdır. Yaşamı tehdit eden, ani gece ölümlerine neden olduğu ileri sürülen ve yorgunluk, isteksizlik, verimsizlik, düşünsel işlevlerde bozulma, duygusal dengesizlik gibi çeşitli psikiyatrik belirtilere yol açabilen bir tablodur.

Narkolepsi, gündüzleri uyku atakları, karabasan ve diğer ek belirtilerle karakterize bir tablodur.. Tanı, uyku laboratuarlarındaki çalışmalarla konabilmektedir.

Uykuda konuşma, yürüme, kabus neden olur?

Uykuda konuşma, yürüme, diş gıcırdatma, kabus, korku, karabasan, altını ıslatma gibi tabloları içeren uyku bozuklukları (parasomnia'lar) tüm uyku bozukluklarının % 15.'ni oluşturmaktadır. Genellikle çocukluk ve ergenlik dönemde görülmektedir. Çocuk ve ergenlerin yaklaşık dörtte birinde parasomnia görülmektedir. Bu oran, erişkin dönemde % 1’e düşmektedir. Genellikle uykunun başlangıç dönemindeki Non-REM uykusu sırasında görülmekte olan parasomnia tablolarının genellikle psikolojik nedenlere dayalı olduğu dikkati çekmektedir. Bu nedenle tedavinin temelini psikolojik modeller oluşturmaktadır.

Uyku düzeni bozuklukları nedir?

Uyku düzeni (siklus) bozuklukları, tüm uyku bozuklularının % 2.9'nu oluşturmaktadır. Burada zaman zaman gece çalışanlara, uçakla ekvatora paralel olarak yolculuk yapanlara (jet-lag), günlük siklusu 24 saatten kısa ya da uzun olanlara ait tablolar yer almaktadır. Tedavi nedene yönelik olup, ritmin düzenlenmesi temel alınmaktadır.

Uyku bozukluğunun tanısının konabilmesi için,yakınmanın tanımlanması, nasıl ortaya çıktığının ve ilişkili faktörlerin araştırılmasına yönelik olan ayrıntılı bir görüşme , psikolojik değerlendirme yapılmalı ve fizik muayene ile laboratuvar testleri uygulanmalıdır.Ancak görüşme ve incelemeler sonucunda uygun tedaviye yanıt alınamamış, spesifik bir uyku bozukluğuna işaret eden sorunları bulunduğu düşünülen ya da tedavi sonuçları izlenecek hastalar uyku laboratuvarında incelenmelidir.

Uyku sorunlarının tedavisi nasıl oluyor?

Uykusuzluğu olan kişilerin bir sonuç alamamalarına karşın uyumak için alkol vb. maddeleri kullandıkları dikkati çekmektedir. Bu şekilde, tabloya diğer sorunlar eklenmektedir.

Uykusuzluğun kaynağı olarak görülen bedensel ve psikolojik gerginlikle başetmek için gevşeme teknikleri ile gerginlik ortadan kaldırılmaya çalışılır. Bazı uykusuzluk tablolarında ilaç tedavisi kullanılmaktadır.

Uykusuz insanların bir bölümünde sadece uyku hijyeninin düzenlenmesiyle önemli ölçüde yarar sağlanabilmektedir. Uyku hijyeni için şu noktalara dikkat edilmelidir:

çok aç ya da tok olmamak,
kafeinli, alkollü, kolalı içeceklerden ve tütün kullanımından kaçınmak,
düzenli egzersiz yapmak, ancak akşam saatlerinde heyecan oluşturacak aktivitelerden kaçınmak,
uyku gelmeden yatağa girmemek,
yatak odasını sadece uyku ve cinsel ilişki için kullanmak,
uyuyamadığında uyumaya çabalamamak, yataktan ve yatak odasından çıkarak başka bir yerde zaman geçirip uyku gelince yatağa dönmek,
ne kadar uyunursa uyunsun sabah belirli bir saatte kalkmak,
gündüzleri uyumamak ve yatak odasını ses, ışık, ısı yönünden izole etmek.]]>
<![CDATA[Ruh saglıgınız icin öneriler]]> https://eylulforum.com/konu-ruh-sagliginiz-icin-oneriler Wed, 06 Oct 2010 11:10:29 +0300 https://eylulforum.com/konu-ruh-sagliginiz-icin-oneriler 02. Kusursuz olamayacağınızı kabullenin.
03. Rahat ve ılımlı insanların çok başarılı olamayacakları düşüncesini bir yana bırakın.
04. Olumlu ve olumsuz düşünce kartopunun çığ gibi büyüme etkisini göz önüne alın.
05. Sevgi kapasitenizi geliştirin.
06. Unutmayın: Öldüğünüz zaman yapılacak işler listeniz hâlâ dolu olacaktır.
07. Kimsenin sözünü kesmeyin, cümlesini siz bitirmeyin.
08. Birisine bir iyilik yapın ve kimseye bundan bahsetmeyin.
09. Bırakın ilgiyi başkaları toplasın.
10. İçinde bulunduğunuz ânı yaşamayı öğrenin.
11. Sizden başka herkesin bilgili olduğunu düşünün.
12. Sabır geliştirme egzersizleri yapın.
13. Sevgi elini önce siz uzatın.
14. Kendinize sorun: Bir yıl sonra bunun bir önemi olacak mı?
15. Gerçeği kabul edin: Hayat âdil değildir.
16. Arada sırada canınızın sıkılması yararlıdır: Bırakın canınız sıkılsın.
17. Strese dayanma gücünüzü azaltın.
18. Haftada bir kez yürekten gelen bir mektup yazın.
19. Sık tekrar edin: Hayat acil bir durum değildir.
20. Zihninizde özel bir bölüm açın.
21. Her gün bir dakikanızı, minnettar olduğunuz birini düşünmek için harcayın.
22. Tanımadığınız insanların gözlerine bakın ve gülümseyerek merhaba deyin.
23. Her gün kendinize biraz sessiz zaman ayırın.
24. Yaşamınızdaki insanları minik çocuklar ve yüz yaşında ihtiyarlar olarak düşünün.
25. Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı hedefleyin.
26. Daha iyi bir dinleyici olun.
27. Savaşlarınızı akıllıca seçin.
28. Çöpü çıkarma sırasının kimde olduğunu hatırlamıyorsanız gidip siz çıkarın.
29. Eleştirme isteğinizi bastırın.
30. Daha ılımlı bir sürücü olun.
31. Unutmayın: İnsanı edindiği huylar oluşturur.
32. Bilmemenin verdiği rahatlığı duyun.
33. İpin ucunu biraz bırakın.
34. Bir bitki yetiştirin.
35. Yoga (ya da jimnastiğe) başlayın.
36. Erken kalkmaya alışın.
37. En inatla savunduğunuz beş iddianızı sıralayın ve bu konularda yumuşamaya çalışın.
38. Planlarınızda esnek olun.
39. Konuşmadan önce derin bir soluk alın.
40. Suçluluğu değil masumiyeti görmeye çalışın.
41. Sırf gırgır olsun diye, size yöneltilen eleştiriyi kabul edin.
Göreceksiniz canınız yanmayacak.
42. Kendi görüşlerinizden tamamen farklı makale ve kitaplar okuyun ve bir şeyler öğrenmeye çalışın.
43. Zihninizi sessizleştirin.
44. Birisi size topu atarsa, bunu tutmak zorunda değilsiniz.
45. Olumsuz düşüncelerinize yüz vermemeye çalışın.
46. Öfkeniz kabarmaya başladığı zaman ona kadar sayın.
47. Sorunlarınızı öğretmeniniz olarak görün.
48. Biraz yüzünüz gülsün.
49. Bu da geçer.
50. Gevşeyin!
51. Bugününüzü son gününüzmüş gibi yaşayın. Öyle olabilir.
52. İç dünyanız için zaman ayırın.
53. Olağan şeylerdeki olağanüstülüğü arayın.
54. Kendi işinize bakın, kendinizi başkasının yerine koymayın.
55. Hayatı olduğu gibi kabul edin.
56. Yüreğinizin sezgisine güvenin.
57. Bırakın çoğu zaman başkaları haklı olsun.
58. Daha sabırlı olun.
59. Kendi cenazenize katıldığınızı farz edin.
60. Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı hedefleyin.
61. Ruh durumunuzu dikkate alın: Moralinizin bozuk olduğu zamanlar sizi yanıltmasın.
62. Hayat bir sınavdır. Altı üstü bir sınav.
63. Herkesin onayını alamayacağınızı unutmayın. Övgü ve yergi aynı şeydir.
64. Rasgele iyilikler yapın.
65. Bir davranışın ardındakini görmeye çalışın.
66. Gönlü bol olmayı haklı olmaya yeğleyin.
67. Bugün üç kişiye onları ne çok sevdiğinizi söyleyin.
68. Alçak gönüllü olmaya çalışın.
69. Kışa hazırlık (eksikleri gedikleri kapatma) telaşından kaçının.
70. Her gün birkaç dakikanızı sevecek birini düşünmeye ayırın.
71. Antropolog olun: Ön yargınızdan uzak, başka insanların yaşam ve davranış tercihlerini inceleyin.
72. Herkesin farklı olabileceği gerçeğini anlayın ve saygı gösterin.
73. Kendinize bir kamusal yardım konusu seçin.
74. Her gün en az bir kişiye beğendiğiniz bir özelliğini söyleyin.
75. Sınırlarınızı öne sürmeyin, yoksa sınırlı olursunuz.
76. Gördüğünüz her şeyde tanrının parmak izi vardır.
77. Başkalarının fikirlerinde biraz olsun doğruluk payı arayın.
78. Bardağın (ve başka her şeyin de) kırılmış olduğunu varsayın:
Her şeyin bir başlangıcı ve bir sonu vardır.
79. Bu ifadeyi iyi anlayın: Nereye giderseniz siz oradasınız.
80. Kendinizi iyi hissettiğiniz zaman şükredin, kötü hissettiğiniz zaman ılımlı olun.
81. Postayla evlat edinin. Bir vakıf yoluyla bir çocuğa yardım edin
82. Yaşamı melodram olarak görmeyin.
83. Aynı anda birkaç şey yapmaya kalkmayın.
84. Fırtınanın Gözü'nde (karmaşanın ortasındaki sükûnet noktasında) bulunmaya çalışın.
85. Sahip olmak istediğiniz şeyleri değil, elde etmiş olduklarınızı düşünün.
86. Dostlarınızdan ve ailenizden bir şeyler öğrenmeye açık olun.
87. Bulunduğunuz konumdan mutlu olmaya bakın.
88. Hizmet vermeyi yaşamınızın değişmez bir parçası haline getirin.
89. Bir iyilik yapın ve karşılığını ne isteyin, ne de bekleyin.
90. Varlığınızı bir bütün olarak kabullenin.
91. Başkalarını suçlamayı bırakın.
92. Yardım etmeye çalışırken önceliğinizi küçük şeylere verin.
93. Unutmayın: Bundan yüz yıl sonra dünyada bambaşka insanlar olacak.
94. Sorunlarınıza olan bakışınızı değiştirin.
95. Bir tartışmaya girecek olursanız, kendi görüşünüzü savunmadan önce karşı tarafın savını anlamaya çalışın.
96. "Anlamlı başarı"nın tanımını bir kez daha yapın.
97. Duygularınıza kulak verin; size bir şey söylemeye çalışıyorlar.
98. Yaşamınızı sevgiyle doldurun.
99. Kendi düşüncelerinizin gücünü bilin.
100. "Daha fazlası daha iyidir" diye düşünmekten vazgeçin]]>
02. Kusursuz olamayacağınızı kabullenin.
03. Rahat ve ılımlı insanların çok başarılı olamayacakları düşüncesini bir yana bırakın.
04. Olumlu ve olumsuz düşünce kartopunun çığ gibi büyüme etkisini göz önüne alın.
05. Sevgi kapasitenizi geliştirin.
06. Unutmayın: Öldüğünüz zaman yapılacak işler listeniz hâlâ dolu olacaktır.
07. Kimsenin sözünü kesmeyin, cümlesini siz bitirmeyin.
08. Birisine bir iyilik yapın ve kimseye bundan bahsetmeyin.
09. Bırakın ilgiyi başkaları toplasın.
10. İçinde bulunduğunuz ânı yaşamayı öğrenin.
11. Sizden başka herkesin bilgili olduğunu düşünün.
12. Sabır geliştirme egzersizleri yapın.
13. Sevgi elini önce siz uzatın.
14. Kendinize sorun: Bir yıl sonra bunun bir önemi olacak mı?
15. Gerçeği kabul edin: Hayat âdil değildir.
16. Arada sırada canınızın sıkılması yararlıdır: Bırakın canınız sıkılsın.
17. Strese dayanma gücünüzü azaltın.
18. Haftada bir kez yürekten gelen bir mektup yazın.
19. Sık tekrar edin: Hayat acil bir durum değildir.
20. Zihninizde özel bir bölüm açın.
21. Her gün bir dakikanızı, minnettar olduğunuz birini düşünmek için harcayın.
22. Tanımadığınız insanların gözlerine bakın ve gülümseyerek merhaba deyin.
23. Her gün kendinize biraz sessiz zaman ayırın.
24. Yaşamınızdaki insanları minik çocuklar ve yüz yaşında ihtiyarlar olarak düşünün.
25. Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı hedefleyin.
26. Daha iyi bir dinleyici olun.
27. Savaşlarınızı akıllıca seçin.
28. Çöpü çıkarma sırasının kimde olduğunu hatırlamıyorsanız gidip siz çıkarın.
29. Eleştirme isteğinizi bastırın.
30. Daha ılımlı bir sürücü olun.
31. Unutmayın: İnsanı edindiği huylar oluşturur.
32. Bilmemenin verdiği rahatlığı duyun.
33. İpin ucunu biraz bırakın.
34. Bir bitki yetiştirin.
35. Yoga (ya da jimnastiğe) başlayın.
36. Erken kalkmaya alışın.
37. En inatla savunduğunuz beş iddianızı sıralayın ve bu konularda yumuşamaya çalışın.
38. Planlarınızda esnek olun.
39. Konuşmadan önce derin bir soluk alın.
40. Suçluluğu değil masumiyeti görmeye çalışın.
41. Sırf gırgır olsun diye, size yöneltilen eleştiriyi kabul edin.
Göreceksiniz canınız yanmayacak.
42. Kendi görüşlerinizden tamamen farklı makale ve kitaplar okuyun ve bir şeyler öğrenmeye çalışın.
43. Zihninizi sessizleştirin.
44. Birisi size topu atarsa, bunu tutmak zorunda değilsiniz.
45. Olumsuz düşüncelerinize yüz vermemeye çalışın.
46. Öfkeniz kabarmaya başladığı zaman ona kadar sayın.
47. Sorunlarınızı öğretmeniniz olarak görün.
48. Biraz yüzünüz gülsün.
49. Bu da geçer.
50. Gevşeyin!
51. Bugününüzü son gününüzmüş gibi yaşayın. Öyle olabilir.
52. İç dünyanız için zaman ayırın.
53. Olağan şeylerdeki olağanüstülüğü arayın.
54. Kendi işinize bakın, kendinizi başkasının yerine koymayın.
55. Hayatı olduğu gibi kabul edin.
56. Yüreğinizin sezgisine güvenin.
57. Bırakın çoğu zaman başkaları haklı olsun.
58. Daha sabırlı olun.
59. Kendi cenazenize katıldığınızı farz edin.
60. Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı hedefleyin.
61. Ruh durumunuzu dikkate alın: Moralinizin bozuk olduğu zamanlar sizi yanıltmasın.
62. Hayat bir sınavdır. Altı üstü bir sınav.
63. Herkesin onayını alamayacağınızı unutmayın. Övgü ve yergi aynı şeydir.
64. Rasgele iyilikler yapın.
65. Bir davranışın ardındakini görmeye çalışın.
66. Gönlü bol olmayı haklı olmaya yeğleyin.
67. Bugün üç kişiye onları ne çok sevdiğinizi söyleyin.
68. Alçak gönüllü olmaya çalışın.
69. Kışa hazırlık (eksikleri gedikleri kapatma) telaşından kaçının.
70. Her gün birkaç dakikanızı sevecek birini düşünmeye ayırın.
71. Antropolog olun: Ön yargınızdan uzak, başka insanların yaşam ve davranış tercihlerini inceleyin.
72. Herkesin farklı olabileceği gerçeğini anlayın ve saygı gösterin.
73. Kendinize bir kamusal yardım konusu seçin.
74. Her gün en az bir kişiye beğendiğiniz bir özelliğini söyleyin.
75. Sınırlarınızı öne sürmeyin, yoksa sınırlı olursunuz.
76. Gördüğünüz her şeyde tanrının parmak izi vardır.
77. Başkalarının fikirlerinde biraz olsun doğruluk payı arayın.
78. Bardağın (ve başka her şeyin de) kırılmış olduğunu varsayın:
Her şeyin bir başlangıcı ve bir sonu vardır.
79. Bu ifadeyi iyi anlayın: Nereye giderseniz siz oradasınız.
80. Kendinizi iyi hissettiğiniz zaman şükredin, kötü hissettiğiniz zaman ılımlı olun.
81. Postayla evlat edinin. Bir vakıf yoluyla bir çocuğa yardım edin
82. Yaşamı melodram olarak görmeyin.
83. Aynı anda birkaç şey yapmaya kalkmayın.
84. Fırtınanın Gözü'nde (karmaşanın ortasındaki sükûnet noktasında) bulunmaya çalışın.
85. Sahip olmak istediğiniz şeyleri değil, elde etmiş olduklarınızı düşünün.
86. Dostlarınızdan ve ailenizden bir şeyler öğrenmeye açık olun.
87. Bulunduğunuz konumdan mutlu olmaya bakın.
88. Hizmet vermeyi yaşamınızın değişmez bir parçası haline getirin.
89. Bir iyilik yapın ve karşılığını ne isteyin, ne de bekleyin.
90. Varlığınızı bir bütün olarak kabullenin.
91. Başkalarını suçlamayı bırakın.
92. Yardım etmeye çalışırken önceliğinizi küçük şeylere verin.
93. Unutmayın: Bundan yüz yıl sonra dünyada bambaşka insanlar olacak.
94. Sorunlarınıza olan bakışınızı değiştirin.
95. Bir tartışmaya girecek olursanız, kendi görüşünüzü savunmadan önce karşı tarafın savını anlamaya çalışın.
96. "Anlamlı başarı"nın tanımını bir kez daha yapın.
97. Duygularınıza kulak verin; size bir şey söylemeye çalışıyorlar.
98. Yaşamınızı sevgiyle doldurun.
99. Kendi düşüncelerinizin gücünü bilin.
100. "Daha fazlası daha iyidir" diye düşünmekten vazgeçin]]>
<![CDATA[Ruh Hekimine Sorular-2]]> https://eylulforum.com/konu-ruh-hekimine-sorular-2 Wed, 06 Oct 2010 11:10:06 +0300 https://eylulforum.com/konu-ruh-hekimine-sorular-2
Sorunuza şöyle bir karşı soru ile cevap vereyim: İnançlı insanlar şeker hastası olamaz mı? Tabii ki olur. Zira (az önce de söylediğim gibi) psikiyatrik rahatsızlıkların bazısı tamamen, bir kısmı da kısmen fizik bünyeden (yani sinir sistemindeki dengesizliklerden) kaynaklanmaktadır ve kişinin inanç ve hayat tarzı ile hiç bir alakası olmaksızın ortaya çıkabilmektedirler.

Mesela Manik Depresif Hastalık, çoğunlukla herhangi bir görünür sebep olmadan, genellikle de mevsimlerle ilişkili olarak seyreden bir rahatsızlıktır ve ailesel geçiş gösterir. Aileden gelen yatkınlığı olan bir kişi dengeli yaşayan bir dindar da olsa manik eksitasyon geçirebilir. Ama şu var ki, kişinin hastalığı da sağlığı gibidir. Mesela ahlaksız bir kişi bu hastalığa yakalandığında ona buna sataşıp kavga eder, karşı cinse sarkıntılık eder de; ahlaklı bir insan taşkın bir şekilde çevredekilere öğüt vermekle, ölçüsüz biçimde yardım faaliyetlerinde koşuşturmakla hastalığını geçirebilir.

Yine mesela beyindeki serotonin maddesinin metabolizmasında bozukluk olan bir kişi (bunun genetik temeli bile tespit edilmiştir) düşünce biçimi ne olursa olsun depresyona yatkın olmaktadır. Ancak böyle bir hassasiyeti olan kişi, inancından destek alıyorsa depresyona bir başkasından çok daha fazla direnebilir.

“İnançlı insanlar nasıl ruh hastası olabilir” sorusuna ikinci bir cevap da şöyle verilebilir: "Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder, yarım inanç da bazen hasta eder". Yarım inanç derken şunu kastediyorum: Mesela bir insan Allah'ı sadece yasaklayıcı ve cezalandırıcı sıfatları ile hatırlar, affedici, merhamet edici yönlerini hatırına getirmezse, küçük hatalarından dolayı bile kolaylıkla depresyona girebilir. Maalesef bizim toplumumuzda din eğitimi verenler (aileden başlamak üzere) daha çok "böyle giderseniz cehennemde cayır cayır yanarsınız" havasında olduğundan, dindarlarda kendini suçlamaya, vicdan azabına ve depresyona daha fazla meyil vardır bile diyebiliriz.

Yine de, Peygamberin sünnetine uyarak yaşayanların ruhsal hastalıklara karşı fark etmeden aldığı tedbirler vardır. Mesela sabah erken kalkıp sonra yatmamak ve toplam olarak da az uyumak (ki dinimizde de tavsiye edilmektedir), depresyona % 70 oranında iyi gelmektedir. İskandinav ülkelerinde bu konuda pek çok araştırma yapılmıştır ve 'uyku deprivasyonu' (tam veya kısmi olarak uykusuz bırakma) bir depresyon tedavisi olarak tıp literatüründe yer almaktadır.

Oruç tutmanın ise gergin ve asabi bünyeleri yumuşattığı, birçok ruhsal hastalıkta kısmen düzelme sağladığı benim de çok gözlediğim bir gerçektir. Hatta çocuk hastalıkları dalında dünyadaki en geçerli kitap olan Nelson's Pediatrics'de sara (epilepsi) hastası çocuklarda az yeme ve belli gıdaları alma ile karakteristik bir gıda rejimi önerilmektedir. Bu özel rejim sonrası vücutta oluşan ketoasidoz halinin beyindeki düzensiz ve aşırı çalışan hücreleri baskıladığı, kontrol altına aldığı kabul edilmektedir. İlginç olan, oruç esnasında vücutta oluşan da yine ketoasidozdur. Zaten oruçlunun ağzındaki kokunun sebebi de budur.

Yine sık sık suyla temas etmenin gerginliği, stresi azalttığı da bilinen bir gerçektir. Nitekim hırçın çocukların bol bol suyla oynamalarını hekimler de önerir. Veya panik atak dediğimiz aşırı heyecan hallerinde hastanın elini yüzünü soğuk suyla yıkaması da tavsiye edilmektedir, zira gerginliği azaltmaya yardımı olur. Hadislerde de "öfkelenince abdest alma”nın tavsiye edildiğini biliyor muydunuz peki?

Bazıları da “kafayı ince işlere takma, fazla okuma, ölümü fazla düşünme” diyorlar. Hatta “falanca kişi dine çok daldı, tarikata filan girdi, sonra akıl hastası oldu, sen de fazla derine dalarsan üşütürsün” yorumları yapılıyor?

Hassasiyeti fazla, muvazenesi az, akıl hastalığına meyilli insanlar can havliyle dertlerine derman ararken "belki dini yaşantıda deva bulurum" diye o yöne meyledebilirler. Ama tabiatlarında var olan dengesizlik yüzünden bazen dini de çarpıtılmış olarak yaşar, faydalanamaz ve sonra da zaten “geliyorum” diyen hastalığa yakalanırlar. Ben Allah için değil de "şifa bulmak" için tarikata vs. giren birçok hasta tanıyorum, çoğu fayda görmedi.

Psikoterapi nedir, biraz açıklar mısınız?

Kısa bir tarif yaparsak; "kişinin duygusal çatışmalarını çözümleyen, gerginliğini, endişesini, moral bozukluğunu azaltan, ruhsal uyumunu ve iç huzurunu arttıran, insanlarla ilişkilerini olgunlaştıran tüm teknik ve yöntemlere psikoterapi denilebilir". Yani diyebiliriz ki, kişinin hayatın anlamını kavramasını sağlayan, yıpratıcı olaylara karşı teselli veren, yapıcı davranış ve düşünce şekilleri geliştirmesini sağlayan, başka insanlara karşı tahammülünü, sevgisini, anlayışını artıran her türlü faaliyet, hatta dini bir sohbet dahi, terapi sayılabilir. Nitekim batıdaki psikoterapiler papazların günah çıkartma seanslarından ilham almıştır. Ölçülü olmak ve güvenilir kaynaklardan alınmak kaydı ile, dini eğitim bile hatırı sayılır bir terapi yerine geçebilir. Psikoterapi ise, her görüşmesi en az 40 dakika süren ve kişinin duygusal çatışmalarının gerçek sebeplerini bulup çözen, gerginliğini, endişesini, moral bozukluğunu azaltan, ruhsal uyumunu ve iç huzurunu arttıran, insanlarla ilişkilerini olgunlaştıran bir süreçtir. Yani, kişiyi hastalanmadan önceki halinden de iyi bir duruma getirmeyi ve tabir yerinde ise “rahatsızlığın dallarını budamayı değil, kökünü kesmeyi” amaçlar. Hatta ciddi bir problem başlamadan önce uygulanırsa, muhtemel bir hastalığı, daha başlamadan önler. O yüzden bildiğiniz gibi Batı ülkelerinde hemen herkesin bir terapisti vardır. İhtiyaç duyanların bir psikiyatriste başvurmalarında utanılacak bir şey yoktur. Bence esas ayıp olan hatalarını, zayıflıklarını görmemek, kabul etmemek ve çare aramamaktır.

Peki, hasta doktora tüm içindekileri anlatıp rahatlasa, doktor da onu dinleyip teselli verse, bu da bir terapi olmaz mı?

Hayır. Bu dediğinizi berberiniz de yapabilir, komşunuz da. Ama bu şekilde bir “içini boşaltma”, geçici bir ferahlama dışında fayda vermez. Psikoterapi, ancak bu konuda uzmanlaşmış bir kişinin uygulayabileceği özel bir yöntemdir.

İnsan kendi iradesi ile bu hastalıkları yenemez mi?

Kişinin gayret göstermesi tabii ki çok önemlidir. Ancak bu gayreti nasıl ve nerede göstereceğini, ne gibi yöntemler kullanması gerektiğini, ancak bu işin uzmanı öğretebilir ona. Zaten terapide bizim yapmaya çalıştığımız da budur: Kişinin kendi ayakları üstünde durmayı ve hastalıkla baş etmeyi öğrenmesi.

Bazıları da bu tip hastaları “hocalara” götürmeyi öneriyor?

Bu rahatsızlıklar yabancılarda da oluyor. Oysa onlar hocaya götürme, okutma gibi yollara baş vurmuyorlar. Peki hastaları nasıl düzeliyor dersiniz? Tabii ki psikiyatrik tedavi ile. Zaten midesi ağrıdığında veya gözü bozulduğunda doktora giden bir kişinin, heyecan veya uykusuzluk yaşayınca doktora değil hocaya gitmesi, biraz anlamsız oluyor. Lütfen bu denli ciddi bir rahatsızlığın tedavisinde konu-komşunun, eş-dostun tavsiyesi ile hareket etmeyin. Arabanız için imama, inşaatınız için kasaba danışmadığınız gibi, hastalıklarınız için de doktorunuzdan başkasına fikir sormayın.

Sağlıklı ve mutlu günler dilerim.]]>

Sorunuza şöyle bir karşı soru ile cevap vereyim: İnançlı insanlar şeker hastası olamaz mı? Tabii ki olur. Zira (az önce de söylediğim gibi) psikiyatrik rahatsızlıkların bazısı tamamen, bir kısmı da kısmen fizik bünyeden (yani sinir sistemindeki dengesizliklerden) kaynaklanmaktadır ve kişinin inanç ve hayat tarzı ile hiç bir alakası olmaksızın ortaya çıkabilmektedirler.

Mesela Manik Depresif Hastalık, çoğunlukla herhangi bir görünür sebep olmadan, genellikle de mevsimlerle ilişkili olarak seyreden bir rahatsızlıktır ve ailesel geçiş gösterir. Aileden gelen yatkınlığı olan bir kişi dengeli yaşayan bir dindar da olsa manik eksitasyon geçirebilir. Ama şu var ki, kişinin hastalığı da sağlığı gibidir. Mesela ahlaksız bir kişi bu hastalığa yakalandığında ona buna sataşıp kavga eder, karşı cinse sarkıntılık eder de; ahlaklı bir insan taşkın bir şekilde çevredekilere öğüt vermekle, ölçüsüz biçimde yardım faaliyetlerinde koşuşturmakla hastalığını geçirebilir.

Yine mesela beyindeki serotonin maddesinin metabolizmasında bozukluk olan bir kişi (bunun genetik temeli bile tespit edilmiştir) düşünce biçimi ne olursa olsun depresyona yatkın olmaktadır. Ancak böyle bir hassasiyeti olan kişi, inancından destek alıyorsa depresyona bir başkasından çok daha fazla direnebilir.

“İnançlı insanlar nasıl ruh hastası olabilir” sorusuna ikinci bir cevap da şöyle verilebilir: "Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder, yarım inanç da bazen hasta eder". Yarım inanç derken şunu kastediyorum: Mesela bir insan Allah'ı sadece yasaklayıcı ve cezalandırıcı sıfatları ile hatırlar, affedici, merhamet edici yönlerini hatırına getirmezse, küçük hatalarından dolayı bile kolaylıkla depresyona girebilir. Maalesef bizim toplumumuzda din eğitimi verenler (aileden başlamak üzere) daha çok "böyle giderseniz cehennemde cayır cayır yanarsınız" havasında olduğundan, dindarlarda kendini suçlamaya, vicdan azabına ve depresyona daha fazla meyil vardır bile diyebiliriz.

Yine de, Peygamberin sünnetine uyarak yaşayanların ruhsal hastalıklara karşı fark etmeden aldığı tedbirler vardır. Mesela sabah erken kalkıp sonra yatmamak ve toplam olarak da az uyumak (ki dinimizde de tavsiye edilmektedir), depresyona % 70 oranında iyi gelmektedir. İskandinav ülkelerinde bu konuda pek çok araştırma yapılmıştır ve 'uyku deprivasyonu' (tam veya kısmi olarak uykusuz bırakma) bir depresyon tedavisi olarak tıp literatüründe yer almaktadır.

Oruç tutmanın ise gergin ve asabi bünyeleri yumuşattığı, birçok ruhsal hastalıkta kısmen düzelme sağladığı benim de çok gözlediğim bir gerçektir. Hatta çocuk hastalıkları dalında dünyadaki en geçerli kitap olan Nelson's Pediatrics'de sara (epilepsi) hastası çocuklarda az yeme ve belli gıdaları alma ile karakteristik bir gıda rejimi önerilmektedir. Bu özel rejim sonrası vücutta oluşan ketoasidoz halinin beyindeki düzensiz ve aşırı çalışan hücreleri baskıladığı, kontrol altına aldığı kabul edilmektedir. İlginç olan, oruç esnasında vücutta oluşan da yine ketoasidozdur. Zaten oruçlunun ağzındaki kokunun sebebi de budur.

Yine sık sık suyla temas etmenin gerginliği, stresi azalttığı da bilinen bir gerçektir. Nitekim hırçın çocukların bol bol suyla oynamalarını hekimler de önerir. Veya panik atak dediğimiz aşırı heyecan hallerinde hastanın elini yüzünü soğuk suyla yıkaması da tavsiye edilmektedir, zira gerginliği azaltmaya yardımı olur. Hadislerde de "öfkelenince abdest alma”nın tavsiye edildiğini biliyor muydunuz peki?

Bazıları da “kafayı ince işlere takma, fazla okuma, ölümü fazla düşünme” diyorlar. Hatta “falanca kişi dine çok daldı, tarikata filan girdi, sonra akıl hastası oldu, sen de fazla derine dalarsan üşütürsün” yorumları yapılıyor?

Hassasiyeti fazla, muvazenesi az, akıl hastalığına meyilli insanlar can havliyle dertlerine derman ararken "belki dini yaşantıda deva bulurum" diye o yöne meyledebilirler. Ama tabiatlarında var olan dengesizlik yüzünden bazen dini de çarpıtılmış olarak yaşar, faydalanamaz ve sonra da zaten “geliyorum” diyen hastalığa yakalanırlar. Ben Allah için değil de "şifa bulmak" için tarikata vs. giren birçok hasta tanıyorum, çoğu fayda görmedi.

Psikoterapi nedir, biraz açıklar mısınız?

Kısa bir tarif yaparsak; "kişinin duygusal çatışmalarını çözümleyen, gerginliğini, endişesini, moral bozukluğunu azaltan, ruhsal uyumunu ve iç huzurunu arttıran, insanlarla ilişkilerini olgunlaştıran tüm teknik ve yöntemlere psikoterapi denilebilir". Yani diyebiliriz ki, kişinin hayatın anlamını kavramasını sağlayan, yıpratıcı olaylara karşı teselli veren, yapıcı davranış ve düşünce şekilleri geliştirmesini sağlayan, başka insanlara karşı tahammülünü, sevgisini, anlayışını artıran her türlü faaliyet, hatta dini bir sohbet dahi, terapi sayılabilir. Nitekim batıdaki psikoterapiler papazların günah çıkartma seanslarından ilham almıştır. Ölçülü olmak ve güvenilir kaynaklardan alınmak kaydı ile, dini eğitim bile hatırı sayılır bir terapi yerine geçebilir. Psikoterapi ise, her görüşmesi en az 40 dakika süren ve kişinin duygusal çatışmalarının gerçek sebeplerini bulup çözen, gerginliğini, endişesini, moral bozukluğunu azaltan, ruhsal uyumunu ve iç huzurunu arttıran, insanlarla ilişkilerini olgunlaştıran bir süreçtir. Yani, kişiyi hastalanmadan önceki halinden de iyi bir duruma getirmeyi ve tabir yerinde ise “rahatsızlığın dallarını budamayı değil, kökünü kesmeyi” amaçlar. Hatta ciddi bir problem başlamadan önce uygulanırsa, muhtemel bir hastalığı, daha başlamadan önler. O yüzden bildiğiniz gibi Batı ülkelerinde hemen herkesin bir terapisti vardır. İhtiyaç duyanların bir psikiyatriste başvurmalarında utanılacak bir şey yoktur. Bence esas ayıp olan hatalarını, zayıflıklarını görmemek, kabul etmemek ve çare aramamaktır.

Peki, hasta doktora tüm içindekileri anlatıp rahatlasa, doktor da onu dinleyip teselli verse, bu da bir terapi olmaz mı?

Hayır. Bu dediğinizi berberiniz de yapabilir, komşunuz da. Ama bu şekilde bir “içini boşaltma”, geçici bir ferahlama dışında fayda vermez. Psikoterapi, ancak bu konuda uzmanlaşmış bir kişinin uygulayabileceği özel bir yöntemdir.

İnsan kendi iradesi ile bu hastalıkları yenemez mi?

Kişinin gayret göstermesi tabii ki çok önemlidir. Ancak bu gayreti nasıl ve nerede göstereceğini, ne gibi yöntemler kullanması gerektiğini, ancak bu işin uzmanı öğretebilir ona. Zaten terapide bizim yapmaya çalıştığımız da budur: Kişinin kendi ayakları üstünde durmayı ve hastalıkla baş etmeyi öğrenmesi.

Bazıları da bu tip hastaları “hocalara” götürmeyi öneriyor?

Bu rahatsızlıklar yabancılarda da oluyor. Oysa onlar hocaya götürme, okutma gibi yollara baş vurmuyorlar. Peki hastaları nasıl düzeliyor dersiniz? Tabii ki psikiyatrik tedavi ile. Zaten midesi ağrıdığında veya gözü bozulduğunda doktora giden bir kişinin, heyecan veya uykusuzluk yaşayınca doktora değil hocaya gitmesi, biraz anlamsız oluyor. Lütfen bu denli ciddi bir rahatsızlığın tedavisinde konu-komşunun, eş-dostun tavsiyesi ile hareket etmeyin. Arabanız için imama, inşaatınız için kasaba danışmadığınız gibi, hastalıklarınız için de doktorunuzdan başkasına fikir sormayın.

Sağlıklı ve mutlu günler dilerim.]]>
<![CDATA[Ruh Hekimine Sorular 1]]> https://eylulforum.com/konu-ruh-hekimine-sorular-1 Wed, 06 Oct 2010 11:09:33 +0300 https://eylulforum.com/konu-ruh-hekimine-sorular-1
Psikiyatrinin konusu olan ruh, dinin konusu olan ruhtan hayli farklıdır. “Ayrı şeylerdir” desek bile yeridir. Aslında psikiyatrik hastalıklar için Batılı yayınlarda "mental (yani akılla ilgili) bozukluklar" terimi kullanılmaktadır. Arap ülkelerinde ise psikoloji "ruh bilimi" değil, "nefis bilimi" adıyla anılmaktadır. Bu bir isimlendirme hatasıdır.

İnsan beyninde düşünce, heyecan, öfke, uyku gibi fonksiyonları düzenleyen merkezler vardır. Bu merkezlerdeki biyokimyasal dengesizlikler, düşünce ve davranışta bazı bozulmalara yol açar ve sonuçta psikiyatrik rahatsızlıklar ortaya çıkar. Bu süreci etkileyen faktörler arasında ise, doğuştan gelen genetik yatkınlık, çocuklukta alınan eğitim, çevre şartları ve kültürle ilgili unsurlar yer almaktadır.

Peki ilaç kullanınca bu tip şikayetler hemen düzelir mi?

Hemen değil tabii ki. Bazı özel durumlar dışında, bu rahatsızlıklarda kullandığımız ilaçların istenilen etkiyi göstermesi için 1-2 hafta geçmesi gerekir. Zira bu tip rahatsızlıklara yol açan beyindeki biyokimyasal dengesizliğin düzelip, dengenin yeniden kurulması, biraz zaman alır. Bu süre, hastanın durumuna göre 15 gün ile 6 ay arasında değişir. Nadir bazı hastalıklarda ise 2-3 yılı da bulabilir. Ancak, ilaçları kullandığında kendini iyi hisseden kişi, eğer kendi kendine ilacı bırakırsa, hastalığı tekrar davet etmiş gibi olur. Bünyenin kendisini tam toparlaması için, hasta kendini iyi hissettikten sonra da ilaç tedavisinin doktorun önereceği bir süreyi kadar devam etmesi gerekir.

Hastalık da, şifa da Allah'tandır, ilaç kullanmak şart mı? Dua etmek yetmez mi?

Bu soruya Eyüp Peygamberi örnek vererek cevap bulabiliriz. Hz Eyüp hastalığı Allah’tan bilmiş, şifa için de O'na dua etmişti ama ona "tamam, duan kabul oldu, şifa buldun" denmedi. "Ayağıyla yere vurması, oradan çıkan suyu içip onda yıkanması" emredildi ve Hz Eyüp de o su vasıtasıyla şifa buldu. (Not: Ayağıyla yere vurmanın egzersize, yerden çıkan suyu içmenin de şifalı sulara işaret olduğu söylenebilir).

Madem ki sebepler dünyasında yaşıyoruz, nitekim hastalıklar da bazı sebepler vasıtası ile gelişiyor, şifa için de sebeplere baş vurmak lâzımdır. Hadiste de "Allah her derde bir derman yaratmıştır" buyuruluyor zaten.

Ama Hz. Eyüp, doğal bir vesile ile, kaynak suyu ile şifa bulmuş. İlaçlar ise suni?

İlaçlar uzaydan gelmiyor ki? Dünyada bulunan maddelerden yapılıyor. Kimisi bir bitkiden, kimisi bir madenden, kimisi de bir bakteriden. Ama o tabii kaynaktan bulunan madde laboratuarlarda geliştiriliyor ve doz ayarlaması yapılıyor. Mesela acı düvelek tohumunun sinüzite iyi geldiği bilinir. "Bu tohumun suyu buruna bir-iki damla damlatılırsa iltihabı söker" denir. Fakat ondaki aktif madde o kadar yoğundur ki biraz fazla damlatırsanız çok aşırı bir etki yapar ve tehlikeli olabilir. Benim bir yakınım bu yüzden ölüm tehlikesi atlattı. Oysa ilaçların dozunu bünyeye göre ayarlamak çok kolaydır. Üstelik meselâ haşhaş da doğaldır ama zararlıdır ve alışkanlık yapabilir.

Yine de ilaçların yan etkilerinden korkuyoruz, hem ya ilaç alışkanlık yaparsa?

Aldığınız ilaçlar bazı yan etkiler gösterebilir tabii, ona bakarsanız aspirin gibi ağrı kesicilerin bile yan etkileri vardır ama, ilaç yan etkilerin pek azı tedaviyi kesmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Yan etkiler olduğunda bunları doktorunuza haber verirseniz, o sizi bu konuda bilgilendirecek ve gerekirse doz veya ilaç değişikliği ile sorunu kolayca çözecektir. Ve bizim kullandığımız ilaçların sadece “yeşil reçete” ile verilen özel bir kısmı alışkanlık yapma riski taşır ve zaten ben prensip olarak bu tip ilaçları hiç kullanmam. Size önerdiğim ilaçlar, (tıpkı guatr ilacı, tansiyon ilacı gibi) tedavi edici ilaçlardır. Ancak bu ilaçlar da bazen uykuyu artırabilir veya tersine, azaltabilir de. Bunu ayarlamak da mümkündür.

Bu hastalıklar sadece ilaçla mı tedavi edilir?

Tüm psikiyatrik rahatsızlıklarda 2 temel tedavi biçimi vardır. 1-İlaç tedavisi 2-Psikoterapi. İlaç tedavisi hayli kolay bir yöntemdir ve hastaların çoğunda % 70-80 kadar bir düzelme sağlayabilir. Yani kişi bazen 20 günde sadece ilaç alarak, hastalanmadan önceki hâline dönebilir. Ama bu, adı üstünde, “hastalanmadan önceki hâl”dir. O duruma geri dönen kişinin bir süre sonra yeniden aynı rahatsızlığa yakalanması da mümkündür. O yüzden, gerçek ve kalıcı bir düzelme için, kişinin hayata bakış açısını değiştirmesi, yeni bir düşünce ve yaşama biçimi geliştirmesi gerekir ki, bu da ancak psikoterapi ile olabilir.

Psikiyatriste gidene bazıları “deli” gözüyle bakıyorlar?

Bilgisizlikten kaynaklanan yanlış bir düşüncedir bu. Oysa bize başvuranların % 80-90 gibi büyük bir çoğunluğu, çevremizdeki herkeste görülebilecek şikayetlerle gelirler. Meselâ moral bozukluğu, halsizlik, gerginlik, heyecan, vesvese, korku, utangaçlık, alkol alışkanlığı, sigara bağımlılığı, fazla yemek yeme, cinsel problemler veya uyku bozukluğu gibi. Bunların hangisi için “delilik” diyebiliriz ki?]]>

Psikiyatrinin konusu olan ruh, dinin konusu olan ruhtan hayli farklıdır. “Ayrı şeylerdir” desek bile yeridir. Aslında psikiyatrik hastalıklar için Batılı yayınlarda "mental (yani akılla ilgili) bozukluklar" terimi kullanılmaktadır. Arap ülkelerinde ise psikoloji "ruh bilimi" değil, "nefis bilimi" adıyla anılmaktadır. Bu bir isimlendirme hatasıdır.

İnsan beyninde düşünce, heyecan, öfke, uyku gibi fonksiyonları düzenleyen merkezler vardır. Bu merkezlerdeki biyokimyasal dengesizlikler, düşünce ve davranışta bazı bozulmalara yol açar ve sonuçta psikiyatrik rahatsızlıklar ortaya çıkar. Bu süreci etkileyen faktörler arasında ise, doğuştan gelen genetik yatkınlık, çocuklukta alınan eğitim, çevre şartları ve kültürle ilgili unsurlar yer almaktadır.

Peki ilaç kullanınca bu tip şikayetler hemen düzelir mi?

Hemen değil tabii ki. Bazı özel durumlar dışında, bu rahatsızlıklarda kullandığımız ilaçların istenilen etkiyi göstermesi için 1-2 hafta geçmesi gerekir. Zira bu tip rahatsızlıklara yol açan beyindeki biyokimyasal dengesizliğin düzelip, dengenin yeniden kurulması, biraz zaman alır. Bu süre, hastanın durumuna göre 15 gün ile 6 ay arasında değişir. Nadir bazı hastalıklarda ise 2-3 yılı da bulabilir. Ancak, ilaçları kullandığında kendini iyi hisseden kişi, eğer kendi kendine ilacı bırakırsa, hastalığı tekrar davet etmiş gibi olur. Bünyenin kendisini tam toparlaması için, hasta kendini iyi hissettikten sonra da ilaç tedavisinin doktorun önereceği bir süreyi kadar devam etmesi gerekir.

Hastalık da, şifa da Allah'tandır, ilaç kullanmak şart mı? Dua etmek yetmez mi?

Bu soruya Eyüp Peygamberi örnek vererek cevap bulabiliriz. Hz Eyüp hastalığı Allah’tan bilmiş, şifa için de O'na dua etmişti ama ona "tamam, duan kabul oldu, şifa buldun" denmedi. "Ayağıyla yere vurması, oradan çıkan suyu içip onda yıkanması" emredildi ve Hz Eyüp de o su vasıtasıyla şifa buldu. (Not: Ayağıyla yere vurmanın egzersize, yerden çıkan suyu içmenin de şifalı sulara işaret olduğu söylenebilir).

Madem ki sebepler dünyasında yaşıyoruz, nitekim hastalıklar da bazı sebepler vasıtası ile gelişiyor, şifa için de sebeplere baş vurmak lâzımdır. Hadiste de "Allah her derde bir derman yaratmıştır" buyuruluyor zaten.

Ama Hz. Eyüp, doğal bir vesile ile, kaynak suyu ile şifa bulmuş. İlaçlar ise suni?

İlaçlar uzaydan gelmiyor ki? Dünyada bulunan maddelerden yapılıyor. Kimisi bir bitkiden, kimisi bir madenden, kimisi de bir bakteriden. Ama o tabii kaynaktan bulunan madde laboratuarlarda geliştiriliyor ve doz ayarlaması yapılıyor. Mesela acı düvelek tohumunun sinüzite iyi geldiği bilinir. "Bu tohumun suyu buruna bir-iki damla damlatılırsa iltihabı söker" denir. Fakat ondaki aktif madde o kadar yoğundur ki biraz fazla damlatırsanız çok aşırı bir etki yapar ve tehlikeli olabilir. Benim bir yakınım bu yüzden ölüm tehlikesi atlattı. Oysa ilaçların dozunu bünyeye göre ayarlamak çok kolaydır. Üstelik meselâ haşhaş da doğaldır ama zararlıdır ve alışkanlık yapabilir.

Yine de ilaçların yan etkilerinden korkuyoruz, hem ya ilaç alışkanlık yaparsa?

Aldığınız ilaçlar bazı yan etkiler gösterebilir tabii, ona bakarsanız aspirin gibi ağrı kesicilerin bile yan etkileri vardır ama, ilaç yan etkilerin pek azı tedaviyi kesmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Yan etkiler olduğunda bunları doktorunuza haber verirseniz, o sizi bu konuda bilgilendirecek ve gerekirse doz veya ilaç değişikliği ile sorunu kolayca çözecektir. Ve bizim kullandığımız ilaçların sadece “yeşil reçete” ile verilen özel bir kısmı alışkanlık yapma riski taşır ve zaten ben prensip olarak bu tip ilaçları hiç kullanmam. Size önerdiğim ilaçlar, (tıpkı guatr ilacı, tansiyon ilacı gibi) tedavi edici ilaçlardır. Ancak bu ilaçlar da bazen uykuyu artırabilir veya tersine, azaltabilir de. Bunu ayarlamak da mümkündür.

Bu hastalıklar sadece ilaçla mı tedavi edilir?

Tüm psikiyatrik rahatsızlıklarda 2 temel tedavi biçimi vardır. 1-İlaç tedavisi 2-Psikoterapi. İlaç tedavisi hayli kolay bir yöntemdir ve hastaların çoğunda % 70-80 kadar bir düzelme sağlayabilir. Yani kişi bazen 20 günde sadece ilaç alarak, hastalanmadan önceki hâline dönebilir. Ama bu, adı üstünde, “hastalanmadan önceki hâl”dir. O duruma geri dönen kişinin bir süre sonra yeniden aynı rahatsızlığa yakalanması da mümkündür. O yüzden, gerçek ve kalıcı bir düzelme için, kişinin hayata bakış açısını değiştirmesi, yeni bir düşünce ve yaşama biçimi geliştirmesi gerekir ki, bu da ancak psikoterapi ile olabilir.

Psikiyatriste gidene bazıları “deli” gözüyle bakıyorlar?

Bilgisizlikten kaynaklanan yanlış bir düşüncedir bu. Oysa bize başvuranların % 80-90 gibi büyük bir çoğunluğu, çevremizdeki herkeste görülebilecek şikayetlerle gelirler. Meselâ moral bozukluğu, halsizlik, gerginlik, heyecan, vesvese, korku, utangaçlık, alkol alışkanlığı, sigara bağımlılığı, fazla yemek yeme, cinsel problemler veya uyku bozukluğu gibi. Bunların hangisi için “delilik” diyebiliriz ki?]]>
<![CDATA[Psikoloji rahatsızlığı]]> https://eylulforum.com/konu-psikoloji-rahatsizligi Wed, 06 Oct 2010 11:09:06 +0300 https://eylulforum.com/konu-psikoloji-rahatsizligi
Ruh sağlığı ile Ruh hastalığı arasındaki fark nedir? Bazen cevap açıktır, bazen ise değil. Örneğin kafalarının içinde sesler duyan kişiler Şizofren olabilir. Yüce fikirleri olan kişilerde - Hiç bir tecrübesi yada eğitimi olmadan Türkiye’yi yönetebileceğine inanmak gibi - Bipolar rahatsızlık olabilir. Fakat çoğu zaman cevap bu kadar açık değildir. Topluluk içinde konuşamıyorsanız, bu durum bir hastalığınız olduğunu mu gösterir, yoksa sadece aşırı heyecanı mı? Üzgün ve umutsuz hissediyorsanız, bu sadece kısa süreli bir bunalıma mı işarettir yoksa ilaç almanızı gerektirebilecek bir depresyona mı?

Zaten Normal nedir ki?

Normalliği tanımlarken kültürün ve bilimin rolü

Neyin normal neyin anormal olduğunu tesbit etmek zordur. Bilim insanları, araştırmacılar ve ruh sağlığı uzmanları (Psikologlar, Psikiyatristler, Terapistler, Rehber Danışmanlar vb) bu konu ile yüzlerce yıldır uğraşıyor olmalarına rağmen hala normal ve anormal arasındaki çizgi belirsizdir.

Neyin normal olduğu genelde kimin tanımladığına bağlıdır. Normallik belirsizdir ve genelde belli bir kültürün yada topluluğun değer yargılarına göre değişir. Ve hatta aynı kültürde bile normallik zaman içinde değişebilir, özellikle değişen sosyal değerler ve beklentilerden etkileniyor ise. Örneğin 50 yıl önce boşanmak kavr***** büyük bir tepki ile bakılırken, bu gün boşanmak daha normal bir kavram haline gelmiştir.

Psikolojide normal olanı anormal olandan ayırt etmekteki en büyük güçlük ise test edilememesinden kaynaklanır. Obsesif-kompulsif için her hangi bir MRI yada kan testi yoktur, Depresyon için her hangi bir ultrason yada Bipolar rahatsızlık için röntgen bulunmamaktadır. Bu tabiki psikolojik hastalıkların biyolojik nedenleri olmadığı anl***** gelmez, çünkü beyindeki kimyasal maddelerde oluşan değişimler ile bağlantılıdırlar ve bilim insanları bu değişimleri harita üzerine koymaya başlamışlardır. Fakat psikolojik hastalıkları teşhis edebilecek testler hala mevcut değildir.

Peki Psikolojik Rahatsızlık nasıl tanımlanır?

Psikologlar ve psikiyatristler, testler yerine, belirtilere, semptomlara ve ortaya çıkan işlevsel bozukluklara bakarak teşhis koyarlar.

İşlevsel bozukluklar, banyo yapmak yada işe gitmek gibi belli rutin işleri yada temel günlük görevleri yerine getirememektir.

Belirtiler, her objektif gözlemcinin farkedebileceği işaretlerdir, örneğin aşırı sinirlilik yada hızlı nefes alıp verme gib.

Semptomlar, mutsuzluk yada ümitsizlik gibi hasta tarafından algılanan yada hissedilen duygulardır.

Belirtiler, semptomlar ve işlevsel bozukluklar. Tanı ve İstatistik Rehberinde (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders - DSM) detaylı olarak tanımlanmıştır. Buna göre 300’den fazla değişik Psikolojik hastalık sınıflandırılmıştır. Amerikan Psikiyatri Kurumu tarafından çıkarılan DSM rehberi, Psikologlar ve Psikiyatristler tarafından, anoreksiyadan tutunda röntgenciliğe kadar her tür hastalığı teşhis etmekte kullanılır. Tanı rehberinin ilk basımı 1952 yılında yapılmış ve bu güne kadar sürekli olarak güncellenerek yayınlanmaya devam etmiştir.

Neden normal ve anormal arasında bir ayırım yapmak ve damgalanmaya yol açabilecek isimler getirmek gereklidir? Neden özel bir teşhis gerekir? Bunun bir sebebi, Amerika’da sağlık sigortası endüstrisinin DSM kitabında açıklanan teşhislere bakarak, sigorta kapsamını ve ödenecek miktarları tespit etmesidir. Diğer bir neden ise, doğru tedaviyi önerebilmek için neyin tedavi edilmesi gerektiğini (ve bu hastalığın tedavi edilip edilemeyeceğini) bilme gerekliliğidir.

Belirtiler, semptomlar ve işlevsel bozukluklar nasıl belirlenir?

Psikologlar ve Psikiyatristler sahip olduğunuz belirtilerin, semptomların yada işlevsel bozuklukların normal mi yoksa anormal mi olduğunu nasıl belirlerler? Uzmanlar çoğunlukla aşağıdaki yaklaşımları kullanırlar:
Kendi algıladıklarınız. Düşüncelerinizi, davranışlarınızı ve işlevselliğinizi nasıl algıladığınız, sizin için neyin normal olduğunu belirlemek için kullanılır. Bazı konularla başa çıkamadığınızın farkında olabilirsiniz. Yada daha önce yapmaktan zevk aldığınız günlük aktiviteleri artık yapamadığınızı yada yapmaktan zevk almadığınızı düşünebilirsiniz. Eğer depresyonunuz varsa, günlerce bulaşıkları yıkamayabilir, banyo yapmayı bırakabilir, sosyalleşmekten kaçınabilir, hobilerinize olan ilginizi yitirebilir yada ailenize normalden çok daha fazla bağırmaya başlamış olabilirsiniz. Kendinizi üzgün, ümitsiz, cesareti kırılmış ve vazgeçmiş hissedebilirsiniz. Bu davranışların normalden farklı olduğunu farkedebilir, bir şeylerin yanış olduğunu düşünebilirsiniz.

Başkalarının algıladıkları. Kendi algılarınız objektif olmayabilir ve davranışlarınız, düşünceleriniz yada işlevselliğiniz konusunda yeterince doğru bilgi vermeyebilir. Oysa tarafsız gözlemciler bunu sağlayabilir. Size göre yaşamınız gayet normal gelebilir. Fakat çevrenizdeki kişilere garip ve anormal gelebilir. Bu genelde Şizofren durumlarında geçerlidir. Eğer şizofrenseniz, sesler duyuyor olabilirsiniz ve başka bir insan ile iletişim kurduğunuzu düşünerek bu seslerle konuşmaya devam edebilirsiniz. Bu durumu gözlemleyen dışardan birisi için davranışınız anormal gelecektir.

Kültürel ve etnik normlar. Çoğu kez, neyin normal neyin anormal olduğu içinde bulunduğumuz kültür tarafından belirlenir. Fakat bu sizin kültürünüzde normal kabul edilen bir davranış başka bir kültürde anormal olarak karşılanabilir demektir. Sadece kendi duyduğunuz seslerle konuşmak Batı dünyasında Şizofreni belirtisi olabilir, fakat diğer kültürlerde bu tür halüsinasyonlar dinsel deneyimin bir parçası sayılabilir. Ve bazı davranışlar ailenizde normal karşılanabilir ama dışarda düzeltilmesi gereken anormal davranışlar olarak düşünülebilir. Örneğin, dikkat eksikliği ve hiperaktivite aşırı kontrollü bir okul ortamında kabul edilmezken, daha az kontrollü ev ortamında normal sayılabilir.

Süre ve semptomların şiddeti de dikkate alınır.

Bir insanın Psikolojik rahtsızlığını belirlemekte, genelde bu dört alan göz önüne alınır. Psikolog yada Psikiyatrist size nasıl hissettiğinizi sorabilir, başkalarının davranışlarınızda yada ruh halinizde bir farklılık görüp görmediklerini sorabilir ve aile yapınızı sorabilir. Ayrıca psikolojik testlere cevap vermenizi steyebilir.

Göz önüne alınan diğer etkenler:

Semptomlarınız ne kadar süredir devam ediyor
Semptomlarınızın ne kadar şiddetli olduğu
Semptomların sizin için ne kadar rahatsız edici olduğu
Semptomlarınızın normal yaşantınızı ne kadar etkilediği

Değer verdiğiniz bir ilişkiden sonra kendinizi üzgün hissetmeniz normaldir. Fakat aşırı üzgün haliniz haftalarca devam ediyorsa ve işe gitmek, ev işlerini yapmak yada arkadaşlarınızı ziyaret etmek gibi günlük aktivitelerinize olan ilginizi kaybetmiş iseniz Depresyonda olabilirsiniz. Aynı şekilde, önemli bir müşteriye prezentasyon sunmadan önce heyecanlanıyorsanız ama genede hızlı nefes alış verişlerinizi kontrol altına alıp devam edebiliyorsanız sizinkisi sosyal fobi (sosyal kaygı rahatsızlığı) değil, sadece sahne korkusu olabilir.

Ve trafikte birisinin önünü kesmişseniz, yada dükkandaki satıcıya bağırmışsanız, sadece kötü bir gün geçiriyor yada genel olarak huysuz biri olabilirsiniz. Fakat sürekli olarak saldırgan, şiddete eğilimli, manipülatif (başkalarını kendi çıkarı için sömüren), başkalarını kullanan, sorumsuz yada kanunlara karşı gelen biri iseniz antisosyal kişilik bozukluğunuz (sosyopat) olabilir.

Psikolojik Sağlık gelişen ve değişen bir kavramdır

Bütün bu kriterlere rağmen, sağlıklı yada normal psikolojinin ne olduğunu net olarak tanımlamak oldukça zordur. DSM bu zorluğun farkındadır ve Psikolojik rahatsızlıkları strese, işlevsellikte soruna yol açan yada sağlığı aşırı derecede bozan (ölüm, keder yada sakatlığa sebep olan) psikolojik sendromlar, ve davranışlar ile sınırlı tutmaktadır. Ayrıca bu sendromlar kültürel olarak normal kabul edilmiş ve bir olaya bağlı olarak beklenen tepkiler olmamalıdır. Örneğin sevilen birinin kaybı sonucu yas tutmak gibi.

Psikolojik rahatsızlıklar, aşırı stres, acı çekmek yada işlevsellikte bozukluklar ile bağlantılı olarak kişinin düşüncesinde, ruh halinde yada davranışlarında değişiklikler olması halidir.

Fakat normallik kavramının sürekli olarak değiştiğini hatırlamak gerekir, tıpkı fiziksel hastalıkların teşhisinde olduğu gibi. Örneğin, yıllarca kan basıncının 120/80 olması normal sayıldı. Fakat 2003 Mayısında bu durum birden değişti. Şimdi bu kan basıncı ile prehipertansiyon teşhisi koyulabilmektedir.

Tıpkı kan basıncında olduğu gibi, yeni tıbbi bilgiler Psikolojik rahatsızlıklar konusunda da değişikliklere yol açmaktadır (yeniler eklenirken, geçersiz olanlar çıkarılmakta yada belirtiler ve semptomlar yeniden düzenlenmektedir.) Örneğin bu gün bazı uzmanlar regl öncesi sancıların ve semptomların Psikolojik rahatsızlık olarak tanınması gerektiğini öne sürmektedirler (Regl öncesi disforik rahatsızlık)

Bu gözden geçirmeler ve yenilenmeler aynı zamanda sosyal ve kültürel yaklaşımıda yansıtabilir. Örneğin eşcinsellik önceleri Psikolojik bir rahatsızlık olarak görülmekteydi, fakat 1973 yılında DSM kitabından çıkarıldı.

Tedavi etmek yada etmemek: Terapi her zaman gerekli değildir

Gerçekten teşhis edilebilecek bir Psikolojik rahatsızlığınız olsa bile, günlük yaşamınızda tedavi gerektirecek kadar önemli bir problem yaratmıyor olabilir.

Örneğin örümcekleri düşünün. Bu hayvanlara karşı aşırı bir korkunuz olabilir, fakat hiç bir zaman örümcekler ile karşılaşmamış olabilirsiniz, yada örümcek gördüğünüzde birisini çağırıp yardım istiyor olabilirsiniz. Dolayısıyla bu fobinin yaşamınıza çok az etkisi olabilir ve normal yaşamınızda hiç bir aksaklık yaratmayabilir. Bu tür bir durumda terapiye gerek var mıdır? Hayır. Kişinin durumuna bir teşhis koyulabilir ama terapi gerektirmez. Sonuç olarak Psikolojik tedavi sadece kişinin günlük hayatını sürdürmesine engel olan durumlarda düşünülür.]]>

Ruh sağlığı ile Ruh hastalığı arasındaki fark nedir? Bazen cevap açıktır, bazen ise değil. Örneğin kafalarının içinde sesler duyan kişiler Şizofren olabilir. Yüce fikirleri olan kişilerde - Hiç bir tecrübesi yada eğitimi olmadan Türkiye’yi yönetebileceğine inanmak gibi - Bipolar rahatsızlık olabilir. Fakat çoğu zaman cevap bu kadar açık değildir. Topluluk içinde konuşamıyorsanız, bu durum bir hastalığınız olduğunu mu gösterir, yoksa sadece aşırı heyecanı mı? Üzgün ve umutsuz hissediyorsanız, bu sadece kısa süreli bir bunalıma mı işarettir yoksa ilaç almanızı gerektirebilecek bir depresyona mı?

Zaten Normal nedir ki?

Normalliği tanımlarken kültürün ve bilimin rolü

Neyin normal neyin anormal olduğunu tesbit etmek zordur. Bilim insanları, araştırmacılar ve ruh sağlığı uzmanları (Psikologlar, Psikiyatristler, Terapistler, Rehber Danışmanlar vb) bu konu ile yüzlerce yıldır uğraşıyor olmalarına rağmen hala normal ve anormal arasındaki çizgi belirsizdir.

Neyin normal olduğu genelde kimin tanımladığına bağlıdır. Normallik belirsizdir ve genelde belli bir kültürün yada topluluğun değer yargılarına göre değişir. Ve hatta aynı kültürde bile normallik zaman içinde değişebilir, özellikle değişen sosyal değerler ve beklentilerden etkileniyor ise. Örneğin 50 yıl önce boşanmak kavr***** büyük bir tepki ile bakılırken, bu gün boşanmak daha normal bir kavram haline gelmiştir.

Psikolojide normal olanı anormal olandan ayırt etmekteki en büyük güçlük ise test edilememesinden kaynaklanır. Obsesif-kompulsif için her hangi bir MRI yada kan testi yoktur, Depresyon için her hangi bir ultrason yada Bipolar rahatsızlık için röntgen bulunmamaktadır. Bu tabiki psikolojik hastalıkların biyolojik nedenleri olmadığı anl***** gelmez, çünkü beyindeki kimyasal maddelerde oluşan değişimler ile bağlantılıdırlar ve bilim insanları bu değişimleri harita üzerine koymaya başlamışlardır. Fakat psikolojik hastalıkları teşhis edebilecek testler hala mevcut değildir.

Peki Psikolojik Rahatsızlık nasıl tanımlanır?

Psikologlar ve psikiyatristler, testler yerine, belirtilere, semptomlara ve ortaya çıkan işlevsel bozukluklara bakarak teşhis koyarlar.

İşlevsel bozukluklar, banyo yapmak yada işe gitmek gibi belli rutin işleri yada temel günlük görevleri yerine getirememektir.

Belirtiler, her objektif gözlemcinin farkedebileceği işaretlerdir, örneğin aşırı sinirlilik yada hızlı nefes alıp verme gib.

Semptomlar, mutsuzluk yada ümitsizlik gibi hasta tarafından algılanan yada hissedilen duygulardır.

Belirtiler, semptomlar ve işlevsel bozukluklar. Tanı ve İstatistik Rehberinde (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders - DSM) detaylı olarak tanımlanmıştır. Buna göre 300’den fazla değişik Psikolojik hastalık sınıflandırılmıştır. Amerikan Psikiyatri Kurumu tarafından çıkarılan DSM rehberi, Psikologlar ve Psikiyatristler tarafından, anoreksiyadan tutunda röntgenciliğe kadar her tür hastalığı teşhis etmekte kullanılır. Tanı rehberinin ilk basımı 1952 yılında yapılmış ve bu güne kadar sürekli olarak güncellenerek yayınlanmaya devam etmiştir.

Neden normal ve anormal arasında bir ayırım yapmak ve damgalanmaya yol açabilecek isimler getirmek gereklidir? Neden özel bir teşhis gerekir? Bunun bir sebebi, Amerika’da sağlık sigortası endüstrisinin DSM kitabında açıklanan teşhislere bakarak, sigorta kapsamını ve ödenecek miktarları tespit etmesidir. Diğer bir neden ise, doğru tedaviyi önerebilmek için neyin tedavi edilmesi gerektiğini (ve bu hastalığın tedavi edilip edilemeyeceğini) bilme gerekliliğidir.

Belirtiler, semptomlar ve işlevsel bozukluklar nasıl belirlenir?

Psikologlar ve Psikiyatristler sahip olduğunuz belirtilerin, semptomların yada işlevsel bozuklukların normal mi yoksa anormal mi olduğunu nasıl belirlerler? Uzmanlar çoğunlukla aşağıdaki yaklaşımları kullanırlar:
Kendi algıladıklarınız. Düşüncelerinizi, davranışlarınızı ve işlevselliğinizi nasıl algıladığınız, sizin için neyin normal olduğunu belirlemek için kullanılır. Bazı konularla başa çıkamadığınızın farkında olabilirsiniz. Yada daha önce yapmaktan zevk aldığınız günlük aktiviteleri artık yapamadığınızı yada yapmaktan zevk almadığınızı düşünebilirsiniz. Eğer depresyonunuz varsa, günlerce bulaşıkları yıkamayabilir, banyo yapmayı bırakabilir, sosyalleşmekten kaçınabilir, hobilerinize olan ilginizi yitirebilir yada ailenize normalden çok daha fazla bağırmaya başlamış olabilirsiniz. Kendinizi üzgün, ümitsiz, cesareti kırılmış ve vazgeçmiş hissedebilirsiniz. Bu davranışların normalden farklı olduğunu farkedebilir, bir şeylerin yanış olduğunu düşünebilirsiniz.

Başkalarının algıladıkları. Kendi algılarınız objektif olmayabilir ve davranışlarınız, düşünceleriniz yada işlevselliğiniz konusunda yeterince doğru bilgi vermeyebilir. Oysa tarafsız gözlemciler bunu sağlayabilir. Size göre yaşamınız gayet normal gelebilir. Fakat çevrenizdeki kişilere garip ve anormal gelebilir. Bu genelde Şizofren durumlarında geçerlidir. Eğer şizofrenseniz, sesler duyuyor olabilirsiniz ve başka bir insan ile iletişim kurduğunuzu düşünerek bu seslerle konuşmaya devam edebilirsiniz. Bu durumu gözlemleyen dışardan birisi için davranışınız anormal gelecektir.

Kültürel ve etnik normlar. Çoğu kez, neyin normal neyin anormal olduğu içinde bulunduğumuz kültür tarafından belirlenir. Fakat bu sizin kültürünüzde normal kabul edilen bir davranış başka bir kültürde anormal olarak karşılanabilir demektir. Sadece kendi duyduğunuz seslerle konuşmak Batı dünyasında Şizofreni belirtisi olabilir, fakat diğer kültürlerde bu tür halüsinasyonlar dinsel deneyimin bir parçası sayılabilir. Ve bazı davranışlar ailenizde normal karşılanabilir ama dışarda düzeltilmesi gereken anormal davranışlar olarak düşünülebilir. Örneğin, dikkat eksikliği ve hiperaktivite aşırı kontrollü bir okul ortamında kabul edilmezken, daha az kontrollü ev ortamında normal sayılabilir.

Süre ve semptomların şiddeti de dikkate alınır.

Bir insanın Psikolojik rahtsızlığını belirlemekte, genelde bu dört alan göz önüne alınır. Psikolog yada Psikiyatrist size nasıl hissettiğinizi sorabilir, başkalarının davranışlarınızda yada ruh halinizde bir farklılık görüp görmediklerini sorabilir ve aile yapınızı sorabilir. Ayrıca psikolojik testlere cevap vermenizi steyebilir.

Göz önüne alınan diğer etkenler:

Semptomlarınız ne kadar süredir devam ediyor
Semptomlarınızın ne kadar şiddetli olduğu
Semptomların sizin için ne kadar rahatsız edici olduğu
Semptomlarınızın normal yaşantınızı ne kadar etkilediği

Değer verdiğiniz bir ilişkiden sonra kendinizi üzgün hissetmeniz normaldir. Fakat aşırı üzgün haliniz haftalarca devam ediyorsa ve işe gitmek, ev işlerini yapmak yada arkadaşlarınızı ziyaret etmek gibi günlük aktivitelerinize olan ilginizi kaybetmiş iseniz Depresyonda olabilirsiniz. Aynı şekilde, önemli bir müşteriye prezentasyon sunmadan önce heyecanlanıyorsanız ama genede hızlı nefes alış verişlerinizi kontrol altına alıp devam edebiliyorsanız sizinkisi sosyal fobi (sosyal kaygı rahatsızlığı) değil, sadece sahne korkusu olabilir.

Ve trafikte birisinin önünü kesmişseniz, yada dükkandaki satıcıya bağırmışsanız, sadece kötü bir gün geçiriyor yada genel olarak huysuz biri olabilirsiniz. Fakat sürekli olarak saldırgan, şiddete eğilimli, manipülatif (başkalarını kendi çıkarı için sömüren), başkalarını kullanan, sorumsuz yada kanunlara karşı gelen biri iseniz antisosyal kişilik bozukluğunuz (sosyopat) olabilir.

Psikolojik Sağlık gelişen ve değişen bir kavramdır

Bütün bu kriterlere rağmen, sağlıklı yada normal psikolojinin ne olduğunu net olarak tanımlamak oldukça zordur. DSM bu zorluğun farkındadır ve Psikolojik rahatsızlıkları strese, işlevsellikte soruna yol açan yada sağlığı aşırı derecede bozan (ölüm, keder yada sakatlığa sebep olan) psikolojik sendromlar, ve davranışlar ile sınırlı tutmaktadır. Ayrıca bu sendromlar kültürel olarak normal kabul edilmiş ve bir olaya bağlı olarak beklenen tepkiler olmamalıdır. Örneğin sevilen birinin kaybı sonucu yas tutmak gibi.

Psikolojik rahatsızlıklar, aşırı stres, acı çekmek yada işlevsellikte bozukluklar ile bağlantılı olarak kişinin düşüncesinde, ruh halinde yada davranışlarında değişiklikler olması halidir.

Fakat normallik kavramının sürekli olarak değiştiğini hatırlamak gerekir, tıpkı fiziksel hastalıkların teşhisinde olduğu gibi. Örneğin, yıllarca kan basıncının 120/80 olması normal sayıldı. Fakat 2003 Mayısında bu durum birden değişti. Şimdi bu kan basıncı ile prehipertansiyon teşhisi koyulabilmektedir.

Tıpkı kan basıncında olduğu gibi, yeni tıbbi bilgiler Psikolojik rahatsızlıklar konusunda da değişikliklere yol açmaktadır (yeniler eklenirken, geçersiz olanlar çıkarılmakta yada belirtiler ve semptomlar yeniden düzenlenmektedir.) Örneğin bu gün bazı uzmanlar regl öncesi sancıların ve semptomların Psikolojik rahatsızlık olarak tanınması gerektiğini öne sürmektedirler (Regl öncesi disforik rahatsızlık)

Bu gözden geçirmeler ve yenilenmeler aynı zamanda sosyal ve kültürel yaklaşımıda yansıtabilir. Örneğin eşcinsellik önceleri Psikolojik bir rahatsızlık olarak görülmekteydi, fakat 1973 yılında DSM kitabından çıkarıldı.

Tedavi etmek yada etmemek: Terapi her zaman gerekli değildir

Gerçekten teşhis edilebilecek bir Psikolojik rahatsızlığınız olsa bile, günlük yaşamınızda tedavi gerektirecek kadar önemli bir problem yaratmıyor olabilir.

Örneğin örümcekleri düşünün. Bu hayvanlara karşı aşırı bir korkunuz olabilir, fakat hiç bir zaman örümcekler ile karşılaşmamış olabilirsiniz, yada örümcek gördüğünüzde birisini çağırıp yardım istiyor olabilirsiniz. Dolayısıyla bu fobinin yaşamınıza çok az etkisi olabilir ve normal yaşamınızda hiç bir aksaklık yaratmayabilir. Bu tür bir durumda terapiye gerek var mıdır? Hayır. Kişinin durumuna bir teşhis koyulabilir ama terapi gerektirmez. Sonuç olarak Psikolojik tedavi sadece kişinin günlük hayatını sürdürmesine engel olan durumlarda düşünülür.]]>
<![CDATA[Öfke nasıl kontrol edilir? Sakinleşme Yöntemleri]]> https://eylulforum.com/konu-ofke-nasil-kontrol-edilir-sakinlesme-yontemleri Wed, 06 Oct 2010 11:08:38 +0300 https://eylulforum.com/konu-ofke-nasil-kontrol-edilir-sakinlesme-yontemleri Öfkenin ifadesi
Öfke sadece insanlarda varolan bir duygu değil, her canlı organizmanın tehdit karşısında olaylara gösterdiği doğal bir tepkidir. Afetler de genellikle beklenmeyen olaylar oldukları için insanın varoluşunu tehdit eder
Sağduyumuz, öfke duygumuzu nereye kadar götüreceğimiz konusunda önümüze sınırlar koymaktadır. Ancak afetler sırasında yaşanan panik ve şok karşısında herşey karmakarışık olabilir. En başta artık hayatımız karmakarışık olmuştur. Öfke duygularıyla başa çıkmak için bilinçli ya da bilinçsiz bazı yollar kullanırız. Bunlar kısaca; İfade etme, bastırma ve sakinleştirmedir

Öfkeyi saldırganlıkla değil de sözel olarak ifade etmek, bunlar içinde en sağlıklı yoldur. Bunu yapabilmek için, istediklerimizin ne olduğunun farkına varmalı, bunları açık ve karşımızdakini incitmeyecek bir şekilde aktarmalıyız.

İkinci yol, öfkeyi bastırmaktır. Kızgınlığınızı içinizde tutup, onu düşünmemeye çalışıyor ve dikkatinizi daha olumlu birşeylere yönlendiriyorsanız, bu yolu kullanıyorsunuz demektir. Bu bazan işe yarasa da sürekli olarak bu yolu kullanmak, çok sağlıklı olmayabilir. Eğer kızgınlık doğru bir biçimde ifade edilemezse, bir süre sonra bu duygu kişinin kendisine döner ve yüksek tansiyon, psikosomatik rahatsızlıklar (ülserler, allerjiler vb.) ya da depresyon gibi sorunlara yol açabilir.

Öfke yaşadığınızda kendinizi sakinleştirmeye çalışmak, üçüncü seçeneğinizdir. Nefes alıp verişlerinizi, kalp atış hızınızı kontrol ederek, kendinizi fizyolojik olarak sakinleştirip, içinizdeki öfke duygusunu hafifletebilirsinz.

Öfkenin Yönetimi
Öfke yönetimi tekniklerinin amacı, kızgınlığın ve öfkenin yol açtığı duygusal ve bedensel tepkileri azaltabilmektir. Siz de kızgınlığa yol açan insanları, olayları yok edemezsiniz; onlardan kaçınamazsınız; onları değiştiremezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey bu insanlar ya da olaylar karşısında gösterdiğiniz içsel ve dışsal tepkilerinizi kontrol edebilmek, onları yapıcı bir şekilde yönetebilmektir.
Eğer zaman zaman kontrolü kaybettiğiniz oluyorsa ya da kaybedeceğinizden korkuyorsanız, bir psikologtan yardım isteyebilirsiniz.

Öfkemizi boşaltmak iyi midir?
Psikologlar artık bunun çok yanlış ve tehlikeli bir inanç olduğunu göstermişlerdir. Araştırmalar, kızgınlık duygusunun “boşaltılması”nın kızgınlık, öfke ve saldırganlığı daha çok arttırdığını ve sorunu çözmek için hiç bir yararı olmadığını göstermektedir. Onun için en iyisi, öfkenizi neyin başlattığını bulmak ve kendinizi öfkeyle kaybetmeden, bu nedenlerle başa çıkabilme yollarını öğrenmektir. Örneğin, asıl kaygı duyduğunuz şey, kendinizi güvencede hissetmeme iken, bambaşka bir şeye bağırıp çağırabilirsiniz.

Hangi Yöntemler Öfkenizin Taşmasını Önler?
Gevşeme:
Derin derin nefes alın, sakinleştirici durum ve manzaraları zihnimizde hayal ederek canlandırmaya çalışın .Bu sakinleşmemize yardımcı olur.

Deneyebileceğiniz bazı basit yöntemler şunlardır:
Karnınızı dolduracak şekilde derin nefesler alın; göğsünüzün üst kısmıyla nefes almanız sizi rahatlatmaz. Nefes alıp verdiğinizde göğsünüz değil, karnınız şişmelidir.

Derin nefeslerinizi alırken, kendi kendinize tekrar tekrar “Gevşe!” ya da “Sakin ol!” diyerek telkinde bulunun.

Hayal ederek sizi gevşetecek bir yer ya da ortamı düşünün ve gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Geçmişte çok sakin olduğunuz bir yeri hatırlayın.
Bu teknikleri hergün pratik yaparak ezberlerseniz, daha sonra karşılaşacağınız gergin ortamlarda otomatik olarak uygulayabilirsiniz.

Düşünceleri Değiştirme
Öfkeli insanlar düşüncelerini küfrederek, bağırıp çağırarak ifade etme eğilimindedirler. Kızgın olduğumuz zaman genellikle, olayları istemeden abartılı ve çarpıtılmış olarak algılarız. Bu tür düşünce biçimlerinizi farkedin ve yerine daha mantıklı olanları yerleştirin.
Örneğin kendi kendinize, “Eyvah, herşey mahvoldu!” gibi bir şeyler söylemek yerine, “Dünyanın sonu değil ve buna şimdi öfkeleniyor olmam bu olayı olmamış hale getirmeyecek.” diyebilirsiniz. Her iki düşünceyi de zihninizden geçirerek deneyin. Öfkenizin hangi düşünceyle arttığını ya da azaldığını görün.

Farkında olmadan çok sık kullandığımız ve bizi kızgınlık duygularına hazırlayan, “asla” ya da “her zaman” gibi sözcükleri zihninizde yakalamaya çalışın. “Hiç bir şey asla düzelmeyecek ” ya da “Her zaman haksızlığa uğrayan ben olurum.” gibi cümleler oldukça hatalıdır. Öfke duygunuzda haklı olduğunuzu düşünmenize de yol açar. Durumla ilgili yargıyı koyduğunuz için problemin çözümüne de katkıda bulunmaz.
Mantık öfkeyi yener, çünkü öfke haklı bir nedene bağlı olsa da, çok çabuk mantık sınırlarını aşabilir. Bu yüzden öfkelendiğinizi hissettiğinizde mantığınıza sığının. Kendinize “Tüm dünyanın size kazık atmaya çalışmadığını” hatırlatın. Sadece, yaşamın iniş ve çıkışlarından bazılarını yaşadığınızı düşünün. Öfkenizin kontrolden çıkmaya başladığı her zaman, bu yönteme başvurun. Bu daha dengeli bir bakış açısını yakalamanıza yardımcı olacaktır.

Öfkeli insanlar her şeyi talepkar bir şekilde isterler, diğer deyişle kendilerine hak görürler. Bu durum, adalet için de böyledir, takdir, kabul, onay, vb. için de böyle. Herkesin bu değerlere ihtiyacı vardır. Elde edemeyince hepimiz üzülür, incinir, hayal kırıklığına uğrarız. Ama kızgın ve öfkeli insanlar, bunları talep ederler. Talepleri karşılanmayınca, hayal kırıklıkları engellenme duygusuna, o da öfkeye döner.. Bu insanlar, düşünceleri üzerinde çalışıp onları yeniden yapılandırırken, bu talepkàr özelliklerinin farkına varmalı ve “beklentileri”ni, “arzular”a dönüştürmelidirler. Diğer deyişle, istediği herhangi bir şey için, “Bana verilmeli” ya da “Benim olmalı” demek yerine, “Bana verilmesini isterdim.” diye düşünmenin daha sağlıklı olduğunu görmelidirler.

Problemi çözme
Bazen öfke duygularımız yaşamımızdaki gerçek ve kaçınılmaz sorunlardan kaynaklanıyor olabilir. Kızgınlık duyguları böyle zamanlarda bu zorluklar karşısında yaşanan doğal ve sağlıklı duygulardır. Böyle durumlardaki en yararlı tutum; önce durumu değiştirip değiştiremeyeceğimizi araştırmaktır. Değiştirebileceğimiz bir şeyse çözüm yolları araştırılabilir. Değiştirilemeyecek bir durumsa, çözüm için uğraşmak yerine, yapılacak en iyi şey sorunla yüzleşmektir.

Elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışın ama, yanıtları hemen bulamıyor, sonuca hemen ulaşamıyorsanız, kendinizi cezalandırmayın.

Daha iyi iletişim
Öfkeli insanlar genellikle düşünmeden yargılama ve bu yargıları yönünde davranma eğilimindedirler. Bu yargılar da bazen çok gerçek dışı olabilmektedir. Eğer çok elektrikli bir tartışma içine girdiyseniz, ilk yapacağınız şey ;

Yavaşlayıp gösterdiğiniz tepkileri gözlemek olmalıdır. Aklınıza gelen ilk şeyi söylemeyin, yavaşlayın ve asıl söylemek istediğinizi düşünün. Aynı anda karşınızdakinin de söylediklerini duymaya ve anlamaya çalışın. Hemen cevap vermeyin.

Öfkenizin altında ne yattığını da anlamaya çalışın. İnsanın eleştirildiği zaman savunmaya geçmesi doğaldır, ama siz de saldırıya geçip savaşmayın. Onun yerine söylenenlerin altında yatanı bulmaya, asıl söylenmek isteneni dinlemeye çalışın. Ya da belki o ortamdan biraz uzaklaşıp rahatlamak isteyebilirsiniz. Ama kendinizin ya da karşınızdakinin öfkesinin kontrolden çıkmasına izin vermeyin. Sükúnetinizi korumanız, durumun raydan çıkıp bir felakete dönüşmesini engelleyecektir.

Mizah kullanın
Mizah, çeşitli yollarla öfkenizin yoğunluğunun azalmasına yardımcı olabilir. Herşeyden önce daha dengeli bir bakış açısı sağlar.
Birine öfkelenip de belli sıfatlarla etiketler takmaya başladığınızda, bir an durun ve o insanın gerçekten o “şey” ya da “öyle” olduğunu düşünün. Bu sahneyi gözünüzün önüne getirin. Örneğin birine, “muşmula” ya da “odun kafalı” gibi sıfatlarla saldırdığınızda, o kişiyi gerçekten bir muşmulaymış ya da odundan bir kafası varmış gibi hayal edin ve gündelik işlerini o şekilde yaptığını gözünüzün önüne getirin. Eğer karşınızdaki insanı benzettiğiniz şeyin ne olduğunu düşünerek kafanızda gerçekten öyleymiş gibi bir resim çizebilirseniz, öfkenizin azalmaya başladığını göreceksiniz. Çünkü mizah sırasında yaşanılan duygularla, öfkenin birarada bulunması mümkün değildir.

Öfkesi çok yoğun olan kişinin davranışlarının altındaki temel mesaj, “Her şey benim istediğim gibi olmalı!” dır. Öfkeli insanlar kendilerinin ahlaken haklı ve doğru olduklarına inanırlar. Planlarını değiştirmelerine ya da engellenmelerine yol açan her türlü olay/durum, onlar için dayanılmaz bir aşağılanma gibi algılanır. Kendilerinin bu şekilde sıkıntı yaşamamaları gerektiğini düşünürler. Belki başka insanlar sıkıntı çekebilirler ama onlar değil!
Kendinizde de buna benzer bir duyguyu yakalarsanız, kendinizi tüm caddelerin, dükkanların, resmi dairelerin sahibi olan bir tanrı ya da tanrıça gibi hayal edin. Tüm insanların sizin önünüzde eğildiğini, eteğinizi öptüğünü düşünün. Bu hayali görüntülere ne kadar ayrıntı koyarsanız, ne kadar talepkàr olduğunuzu ve ne kadar mantık dışı davrandığınızı o kadar iyi anlayacaksınız. Ayrıca durum ve olayların gerçekte ne kadar önemsiz olduğunu da farkedeceksiniz.

Mizah kullanırken iki noktada çok dikkatli olmak gerekir.
Öncelikle mizah kullanmanın, sorunlarınızı gülerek geçiştirmek demek olmadığını, tersine onlarla yapıcı bir şekilde yüzleşebilmeniz demek olduğunu bilmelisiniz.

İkincisi de mizah kullanayım derken, alaycı ve aşağılayıcı mizaha başvurmaktan kaçınmalısınız. Çünkü bu da sağlıksız öfke ifadesinin bir başka yoludur.

Çevrenizi değiştirmek
Bazen, sinirlenip öfkelenmemize yol açan “şeylerin” yakın çevremizde olduğunu farkederiz. Sorunlar ve sorumluluklar üzerinize öylesine yıkılır ki düştüğünüz tuzağa ve o tuzağı temsil eden insanlara karşı öfke ile kavrulursunuz.
Biraz ara verin. Gün içinde özellikle stresli olacağını bildiğiniz saatlerde, sadece kendiniz için kullanacağınız bir zaman ayırın. Örneğin çalışan bir anne, eve geldiğinde kendisine ayıracağı bir 15 dakikalık süre olursa, çocuklarının isteklerine, parlamadan daha iyi yanıt verebilir.

Kendinizi rahatlatabilmek için birkaç ipucu daha

Zamanlama: Eğer sevdiğiniz kişiyle belli konuları belli saatlerde konuşuyorsanız ve bu konuşmalar da hep tartışma ile sonuçlanıyorsa, bu tür konuları konuşma saatinizi değiştirin. Belki yorgun, dikkatsiz oluyorsunuzdur ya da bu sadece bir alışkanlık haline gelmiştir.

Kaçınma: Eğer çocuğunuzun odasındaki dağınıklık odanın önünden her geçişte “kafanızın tasını attırıyorsa”, kapıyı kapatın. Sizi öfkelendiren şeylere bakmaktan kendinizi alıkoyun. “Ama, öfkelenmemem için çocuğumun odasını temiz tutması gerekir.” demeyin. Konu şu anda bu değil. Konu kendinizi olabildiğince sakin tutabilmektir.

Alternatifler bulun: Bazı olaylar sizi öfke duyguları içinde bırakıyorsa, bunu çözmeyi bir iş edinin ve uygun yollar araştırın.
Danışmanlığa ihtiyaç duyuyor musunuz?

Eğer öfkenizin, kontrolünüz dışına çıktığını düşünüyorsanız, ev ve iş hayatınızın önemli boyutları bu duygudan etkileniyorsa, bir psikoloğun danışmanlığına başvurabilirsiniz.

Unutmayın, öfkeyi yok edemezsiniz, tüm çabalarınıza rağmen sizi öfkelendirecek olaylar olacaktır.

Yaşam her zaman için engellerle, acılarla, kayıplarla ve diğer insanların onlardan beklemediğiniz davranışlarıyla dolu olacaktır.
Bunu değiştiremezsiniz. Ama bu olayların sizi etkileme biçimini değiştirebilirsiniz. Kızgınlık ve öfke tepkilerinizi kontrol ederek, uzun vadede onların sizi daha mutsuz kılmasını önleyebilirsiniz.]]>
Öfkenin ifadesi
Öfke sadece insanlarda varolan bir duygu değil, her canlı organizmanın tehdit karşısında olaylara gösterdiği doğal bir tepkidir. Afetler de genellikle beklenmeyen olaylar oldukları için insanın varoluşunu tehdit eder
Sağduyumuz, öfke duygumuzu nereye kadar götüreceğimiz konusunda önümüze sınırlar koymaktadır. Ancak afetler sırasında yaşanan panik ve şok karşısında herşey karmakarışık olabilir. En başta artık hayatımız karmakarışık olmuştur. Öfke duygularıyla başa çıkmak için bilinçli ya da bilinçsiz bazı yollar kullanırız. Bunlar kısaca; İfade etme, bastırma ve sakinleştirmedir

Öfkeyi saldırganlıkla değil de sözel olarak ifade etmek, bunlar içinde en sağlıklı yoldur. Bunu yapabilmek için, istediklerimizin ne olduğunun farkına varmalı, bunları açık ve karşımızdakini incitmeyecek bir şekilde aktarmalıyız.

İkinci yol, öfkeyi bastırmaktır. Kızgınlığınızı içinizde tutup, onu düşünmemeye çalışıyor ve dikkatinizi daha olumlu birşeylere yönlendiriyorsanız, bu yolu kullanıyorsunuz demektir. Bu bazan işe yarasa da sürekli olarak bu yolu kullanmak, çok sağlıklı olmayabilir. Eğer kızgınlık doğru bir biçimde ifade edilemezse, bir süre sonra bu duygu kişinin kendisine döner ve yüksek tansiyon, psikosomatik rahatsızlıklar (ülserler, allerjiler vb.) ya da depresyon gibi sorunlara yol açabilir.

Öfke yaşadığınızda kendinizi sakinleştirmeye çalışmak, üçüncü seçeneğinizdir. Nefes alıp verişlerinizi, kalp atış hızınızı kontrol ederek, kendinizi fizyolojik olarak sakinleştirip, içinizdeki öfke duygusunu hafifletebilirsinz.

Öfkenin Yönetimi
Öfke yönetimi tekniklerinin amacı, kızgınlığın ve öfkenin yol açtığı duygusal ve bedensel tepkileri azaltabilmektir. Siz de kızgınlığa yol açan insanları, olayları yok edemezsiniz; onlardan kaçınamazsınız; onları değiştiremezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey bu insanlar ya da olaylar karşısında gösterdiğiniz içsel ve dışsal tepkilerinizi kontrol edebilmek, onları yapıcı bir şekilde yönetebilmektir.
Eğer zaman zaman kontrolü kaybettiğiniz oluyorsa ya da kaybedeceğinizden korkuyorsanız, bir psikologtan yardım isteyebilirsiniz.

Öfkemizi boşaltmak iyi midir?
Psikologlar artık bunun çok yanlış ve tehlikeli bir inanç olduğunu göstermişlerdir. Araştırmalar, kızgınlık duygusunun “boşaltılması”nın kızgınlık, öfke ve saldırganlığı daha çok arttırdığını ve sorunu çözmek için hiç bir yararı olmadığını göstermektedir. Onun için en iyisi, öfkenizi neyin başlattığını bulmak ve kendinizi öfkeyle kaybetmeden, bu nedenlerle başa çıkabilme yollarını öğrenmektir. Örneğin, asıl kaygı duyduğunuz şey, kendinizi güvencede hissetmeme iken, bambaşka bir şeye bağırıp çağırabilirsiniz.

Hangi Yöntemler Öfkenizin Taşmasını Önler?
Gevşeme:
Derin derin nefes alın, sakinleştirici durum ve manzaraları zihnimizde hayal ederek canlandırmaya çalışın .Bu sakinleşmemize yardımcı olur.

Deneyebileceğiniz bazı basit yöntemler şunlardır:
Karnınızı dolduracak şekilde derin nefesler alın; göğsünüzün üst kısmıyla nefes almanız sizi rahatlatmaz. Nefes alıp verdiğinizde göğsünüz değil, karnınız şişmelidir.

Derin nefeslerinizi alırken, kendi kendinize tekrar tekrar “Gevşe!” ya da “Sakin ol!” diyerek telkinde bulunun.

Hayal ederek sizi gevşetecek bir yer ya da ortamı düşünün ve gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Geçmişte çok sakin olduğunuz bir yeri hatırlayın.
Bu teknikleri hergün pratik yaparak ezberlerseniz, daha sonra karşılaşacağınız gergin ortamlarda otomatik olarak uygulayabilirsiniz.

Düşünceleri Değiştirme
Öfkeli insanlar düşüncelerini küfrederek, bağırıp çağırarak ifade etme eğilimindedirler. Kızgın olduğumuz zaman genellikle, olayları istemeden abartılı ve çarpıtılmış olarak algılarız. Bu tür düşünce biçimlerinizi farkedin ve yerine daha mantıklı olanları yerleştirin.
Örneğin kendi kendinize, “Eyvah, herşey mahvoldu!” gibi bir şeyler söylemek yerine, “Dünyanın sonu değil ve buna şimdi öfkeleniyor olmam bu olayı olmamış hale getirmeyecek.” diyebilirsiniz. Her iki düşünceyi de zihninizden geçirerek deneyin. Öfkenizin hangi düşünceyle arttığını ya da azaldığını görün.

Farkında olmadan çok sık kullandığımız ve bizi kızgınlık duygularına hazırlayan, “asla” ya da “her zaman” gibi sözcükleri zihninizde yakalamaya çalışın. “Hiç bir şey asla düzelmeyecek ” ya da “Her zaman haksızlığa uğrayan ben olurum.” gibi cümleler oldukça hatalıdır. Öfke duygunuzda haklı olduğunuzu düşünmenize de yol açar. Durumla ilgili yargıyı koyduğunuz için problemin çözümüne de katkıda bulunmaz.
Mantık öfkeyi yener, çünkü öfke haklı bir nedene bağlı olsa da, çok çabuk mantık sınırlarını aşabilir. Bu yüzden öfkelendiğinizi hissettiğinizde mantığınıza sığının. Kendinize “Tüm dünyanın size kazık atmaya çalışmadığını” hatırlatın. Sadece, yaşamın iniş ve çıkışlarından bazılarını yaşadığınızı düşünün. Öfkenizin kontrolden çıkmaya başladığı her zaman, bu yönteme başvurun. Bu daha dengeli bir bakış açısını yakalamanıza yardımcı olacaktır.

Öfkeli insanlar her şeyi talepkar bir şekilde isterler, diğer deyişle kendilerine hak görürler. Bu durum, adalet için de böyledir, takdir, kabul, onay, vb. için de böyle. Herkesin bu değerlere ihtiyacı vardır. Elde edemeyince hepimiz üzülür, incinir, hayal kırıklığına uğrarız. Ama kızgın ve öfkeli insanlar, bunları talep ederler. Talepleri karşılanmayınca, hayal kırıklıkları engellenme duygusuna, o da öfkeye döner.. Bu insanlar, düşünceleri üzerinde çalışıp onları yeniden yapılandırırken, bu talepkàr özelliklerinin farkına varmalı ve “beklentileri”ni, “arzular”a dönüştürmelidirler. Diğer deyişle, istediği herhangi bir şey için, “Bana verilmeli” ya da “Benim olmalı” demek yerine, “Bana verilmesini isterdim.” diye düşünmenin daha sağlıklı olduğunu görmelidirler.

Problemi çözme
Bazen öfke duygularımız yaşamımızdaki gerçek ve kaçınılmaz sorunlardan kaynaklanıyor olabilir. Kızgınlık duyguları böyle zamanlarda bu zorluklar karşısında yaşanan doğal ve sağlıklı duygulardır. Böyle durumlardaki en yararlı tutum; önce durumu değiştirip değiştiremeyeceğimizi araştırmaktır. Değiştirebileceğimiz bir şeyse çözüm yolları araştırılabilir. Değiştirilemeyecek bir durumsa, çözüm için uğraşmak yerine, yapılacak en iyi şey sorunla yüzleşmektir.

Elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışın ama, yanıtları hemen bulamıyor, sonuca hemen ulaşamıyorsanız, kendinizi cezalandırmayın.

Daha iyi iletişim
Öfkeli insanlar genellikle düşünmeden yargılama ve bu yargıları yönünde davranma eğilimindedirler. Bu yargılar da bazen çok gerçek dışı olabilmektedir. Eğer çok elektrikli bir tartışma içine girdiyseniz, ilk yapacağınız şey ;

Yavaşlayıp gösterdiğiniz tepkileri gözlemek olmalıdır. Aklınıza gelen ilk şeyi söylemeyin, yavaşlayın ve asıl söylemek istediğinizi düşünün. Aynı anda karşınızdakinin de söylediklerini duymaya ve anlamaya çalışın. Hemen cevap vermeyin.

Öfkenizin altında ne yattığını da anlamaya çalışın. İnsanın eleştirildiği zaman savunmaya geçmesi doğaldır, ama siz de saldırıya geçip savaşmayın. Onun yerine söylenenlerin altında yatanı bulmaya, asıl söylenmek isteneni dinlemeye çalışın. Ya da belki o ortamdan biraz uzaklaşıp rahatlamak isteyebilirsiniz. Ama kendinizin ya da karşınızdakinin öfkesinin kontrolden çıkmasına izin vermeyin. Sükúnetinizi korumanız, durumun raydan çıkıp bir felakete dönüşmesini engelleyecektir.

Mizah kullanın
Mizah, çeşitli yollarla öfkenizin yoğunluğunun azalmasına yardımcı olabilir. Herşeyden önce daha dengeli bir bakış açısı sağlar.
Birine öfkelenip de belli sıfatlarla etiketler takmaya başladığınızda, bir an durun ve o insanın gerçekten o “şey” ya da “öyle” olduğunu düşünün. Bu sahneyi gözünüzün önüne getirin. Örneğin birine, “muşmula” ya da “odun kafalı” gibi sıfatlarla saldırdığınızda, o kişiyi gerçekten bir muşmulaymış ya da odundan bir kafası varmış gibi hayal edin ve gündelik işlerini o şekilde yaptığını gözünüzün önüne getirin. Eğer karşınızdaki insanı benzettiğiniz şeyin ne olduğunu düşünerek kafanızda gerçekten öyleymiş gibi bir resim çizebilirseniz, öfkenizin azalmaya başladığını göreceksiniz. Çünkü mizah sırasında yaşanılan duygularla, öfkenin birarada bulunması mümkün değildir.

Öfkesi çok yoğun olan kişinin davranışlarının altındaki temel mesaj, “Her şey benim istediğim gibi olmalı!” dır. Öfkeli insanlar kendilerinin ahlaken haklı ve doğru olduklarına inanırlar. Planlarını değiştirmelerine ya da engellenmelerine yol açan her türlü olay/durum, onlar için dayanılmaz bir aşağılanma gibi algılanır. Kendilerinin bu şekilde sıkıntı yaşamamaları gerektiğini düşünürler. Belki başka insanlar sıkıntı çekebilirler ama onlar değil!
Kendinizde de buna benzer bir duyguyu yakalarsanız, kendinizi tüm caddelerin, dükkanların, resmi dairelerin sahibi olan bir tanrı ya da tanrıça gibi hayal edin. Tüm insanların sizin önünüzde eğildiğini, eteğinizi öptüğünü düşünün. Bu hayali görüntülere ne kadar ayrıntı koyarsanız, ne kadar talepkàr olduğunuzu ve ne kadar mantık dışı davrandığınızı o kadar iyi anlayacaksınız. Ayrıca durum ve olayların gerçekte ne kadar önemsiz olduğunu da farkedeceksiniz.

Mizah kullanırken iki noktada çok dikkatli olmak gerekir.
Öncelikle mizah kullanmanın, sorunlarınızı gülerek geçiştirmek demek olmadığını, tersine onlarla yapıcı bir şekilde yüzleşebilmeniz demek olduğunu bilmelisiniz.

İkincisi de mizah kullanayım derken, alaycı ve aşağılayıcı mizaha başvurmaktan kaçınmalısınız. Çünkü bu da sağlıksız öfke ifadesinin bir başka yoludur.

Çevrenizi değiştirmek
Bazen, sinirlenip öfkelenmemize yol açan “şeylerin” yakın çevremizde olduğunu farkederiz. Sorunlar ve sorumluluklar üzerinize öylesine yıkılır ki düştüğünüz tuzağa ve o tuzağı temsil eden insanlara karşı öfke ile kavrulursunuz.
Biraz ara verin. Gün içinde özellikle stresli olacağını bildiğiniz saatlerde, sadece kendiniz için kullanacağınız bir zaman ayırın. Örneğin çalışan bir anne, eve geldiğinde kendisine ayıracağı bir 15 dakikalık süre olursa, çocuklarının isteklerine, parlamadan daha iyi yanıt verebilir.

Kendinizi rahatlatabilmek için birkaç ipucu daha

Zamanlama: Eğer sevdiğiniz kişiyle belli konuları belli saatlerde konuşuyorsanız ve bu konuşmalar da hep tartışma ile sonuçlanıyorsa, bu tür konuları konuşma saatinizi değiştirin. Belki yorgun, dikkatsiz oluyorsunuzdur ya da bu sadece bir alışkanlık haline gelmiştir.

Kaçınma: Eğer çocuğunuzun odasındaki dağınıklık odanın önünden her geçişte “kafanızın tasını attırıyorsa”, kapıyı kapatın. Sizi öfkelendiren şeylere bakmaktan kendinizi alıkoyun. “Ama, öfkelenmemem için çocuğumun odasını temiz tutması gerekir.” demeyin. Konu şu anda bu değil. Konu kendinizi olabildiğince sakin tutabilmektir.

Alternatifler bulun: Bazı olaylar sizi öfke duyguları içinde bırakıyorsa, bunu çözmeyi bir iş edinin ve uygun yollar araştırın.
Danışmanlığa ihtiyaç duyuyor musunuz?

Eğer öfkenizin, kontrolünüz dışına çıktığını düşünüyorsanız, ev ve iş hayatınızın önemli boyutları bu duygudan etkileniyorsa, bir psikoloğun danışmanlığına başvurabilirsiniz.

Unutmayın, öfkeyi yok edemezsiniz, tüm çabalarınıza rağmen sizi öfkelendirecek olaylar olacaktır.

Yaşam her zaman için engellerle, acılarla, kayıplarla ve diğer insanların onlardan beklemediğiniz davranışlarıyla dolu olacaktır.
Bunu değiştiremezsiniz. Ama bu olayların sizi etkileme biçimini değiştirebilirsiniz. Kızgınlık ve öfke tepkilerinizi kontrol ederek, uzun vadede onların sizi daha mutsuz kılmasını önleyebilirsiniz.]]>
<![CDATA[Obsesif ve Kompulsif Bozukluklar]]> https://eylulforum.com/konu-obsesif-ve-kompulsif-bozukluklar Wed, 06 Oct 2010 11:08:14 +0300 https://eylulforum.com/konu-obsesif-ve-kompulsif-bozukluklar
Bazı kişiler aklına kötü bir şey geldiğinde bir tahtaya vurarak “allah korusun” der veya evden çıkarken dış kapının kilitli olup olmadığını bir kaç defa kontrol eden sıktır, bu tür davranışları obsesif kompulsif bozukluk olarak değerlendirmek yanlış olur. Bu hastalığın en önemli özelliği kişilerin takıntılı düşüncelerinin ve davranışlarının farkında olmasıdır. Bu kişilerde akla takılan düşünceler istemli olarak uzaklaştırılamaz veya saçma olduğunu bile bile aynı davranış çok defa tekrar edilir(uzun süre el yıkamak veya kapının kilitli olduğunu bilerek tekrar tekrar kontrol etmek gibi). Bu hastalığa yakalanmış kişilerin günlük işlevlerini yerine getirmesi güçleşir, iş hayatı ve sosyal ilişkileri genelde bozulur.
OKB bir hastalık olarak tek başına görülebileceği gibi bir belirti olarak başka psikiyatrik hastalıklara eşlik edebilir. OKB sıklıkla depresyonla bir arada görülür. Hastanın değerlendirmesinde buna dikkat etmek gerekir.

Yapılan araştırmalarda bu hastalığın toplumda %2-3 oranında görüldüğü tespit edilmiştir. Ancak tahmin edilen değerler bunun çok üstündedir.Bu hastalık herhangi bir yaşta başlayabilir. Okul öncesi çocukluk döneminde veya yaşlılıkta ortaya çıkabilir, ortalama çıkış yaşı 40’dır.

Çeşitli nedenlerle hastaların OKB tanısı alması gecikebilir. Bunun değişik nedenleri olabilir; hastaların yaşadıklarının hastalık olduğunun farkında olmaması veya hekimler ayırt edici tanıda bu hastalığı düşünmemeleri bu nedenlerden bazılarıdır. Bazen depresyon, iş ve aile sorunları gibi başka tanılarında bu hastalıkla bir arada bulunması OKB tanısını güçleştirebilmektedir. Tedavide gecikmenin en büyük sakıncası depresyonun veya iş ve aile sorunlarının ortaya çıkma riskinin artmasıdır.

OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK BELİRTİLERİ NELERDİR?
Genelde obsesyon ve kompulsiyonlarla karakterizedir, ancak sadece obsesyon veya kompulsiyon yakınmaları olan hastalar da olabilir. Obsesyonlarda kompulsiyonlarda düşünce şeklinde olabilir. Ancak genelde obsesyonlar düşünce kompulsiyonlarda davranış şeklindedir.

Obsesyon (takıntı): kişinin kontrolü dışında tekrarlayan düşünce ve uyaranlardır. Hastalar bunun çok anlamsız olduğunu, kendilerini çok rahatsız ettiğini ancak bu düşüncelerden kurtulamadıklarını belirtirler. Bu takıntılar hastada iğrenme, korkma, şüphelenme veya anksiyete gibi duyguları da beraberinde getirir. Hastalar bu düşüncelerin kendi beyinlerinin ürünü olduğunun farkındadır. Sık görülen obsesyonlar şunlardır:

Kirlilik : çevreden kan, tükrük, mikrop veya semen gibi kir bulaşması veya kişinin çevreye kir bulaştırması
Kendi başına veya yakınlarının başına bir kötülük geleceği düşüncesi
Kontrolünü kaybetme ve saldırgan davranışta bulunma korkusu
Tekrarlayan ve kontrol edilemeyen cinsel düşünceler
Dinle ve ahlaki değerlerla aşırı uğraşma v.b.

Kompulsiyon (tekrarlayan davranışlar): hastalar takıntılı düşüncelerden kurtulmak için akıllarına başka düşünceleri getirirler veya bazı davranışlarda bulunurlar bu tür düşünce ve davranışlara kompulsiyon denir. Takıntılı düşünceler anksiyete artışına neden olurken kompulsiyonlar anksiyeteyi azaltır. Ağır OKB hastalarında bazen bu kompulsiyonlar tüm günü alabilir. Sık görülen kompulsiyonlar şunlardır:

Temizlik: saatlerce el yıkama, banyo yapma veya tekrar tekrar ev temizleme gibi. Bu şekilde el yıkayarak günde bir kalıp sabun bitiren veya çamaşır suyu ile elini yıkayan hastalar sıktır.

Tekrarlama: takıntılı düşünce ile oluşan sıkıntıyı gidermek için tekrarlayan davranışta bulunma veya akıldan başka düşünceleri geçirme gibi. Yakınlarının başına kotü bir şey geleceğini düşünen bir hasta bunun olmaması için halen yapmakta olduğu davranışı ikinci kez yaparak bu düşünceden kurtulabilir (yolda yürürken aynı yolu geri dönüp tekrar yürümek gibi)

Kontrol etme: evine bir şey olacak veya yangın çıkacak korkusu ile tekrar tekrar kapıyı veya tüpün kapalı olup olmadığını kontrol etmek gibi.

Biriktirme: işe yaramayan bir çok eşyayı biriktirmek gibi. Örneğin bazı kişilerde yeterli yerleri olmadığı halde gazeteler, boş kavanozlar veya konserve kutuları gibi işe yaramayan şeyleri atamama davranışı görülebilir. Son birkaç yıldır yurdumuzda gazetelere yansıyan çöplük evler buna en güzel örnektir.

Sayma: yolda yürürken kaldırım taşlarını sayma veya araba plakalarını okuma, günlük işleri yaparken belli sayılarda tekrar etme v.b.(örneğin kazağını beş kere giyip çıkarma veya aynı yere üç kere gitmeme gibi)
Tamamlama: bu kompulsiyonu olan hastalar bir dizi davranışı mükemmel olana kadar tekrar tekrar yaparlar. Örneğin kirlilik takıntısı olan bazı hastalar el yıkamadan önce lavaboyu, musluğu ve sabunu yıkar (genelde belli sayıda) daha sonra belli sayıda elini yıkar ve elini yıkadıktan sonra tekrar aynı işlemi tekrarlar.
Aşırı tertipli ve düzenli olma: örneğin çalışma odasında herşeyin simetrik durması veya masanın üstündeki herşeyin belirli bir sıra ile dizilmesi gibi.
Yukarıda sayılanlar dışında sayı sayma, aşırı liste yapma veya aşırı dua etme gibi başka kompulsiyonlarda olabilir.

OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUĞUN NEDENLERİ NELERDİR?

OKB’nin bilinen tek nedeni yoktur. Çeşitli etkenlerin bir araya gelmesi ile bu hastalığın ortaya çıktığı belirtilmektedir.

Genetik bir yatkınlıktan söz edilmektedir. OKB’ye neden olan bir gen bulunamamıştır, ancak OKB hastalarının yakınlarında bu hastalığın görülme olasılığı artmaktadır. Aynı ailede görülen OKB semptomlarının aynı olması gerekmez. Örneğin annede kontrol etme kompulsiyonları görülürken kızında sık el yıkama olabilir.

Beyinde kimyasal haberci görevi üstlenen serotonin seviyesinde düşmenin bu hastalığa neden olduğu söylenmektedir. Serotonin seviyesini artıran ilaçlar bu nedenle tedavide kullanılmakta ve tedavi edici etkisi görülmektedir.

Bazı araştırmacılar bu hastalarda beynin ön kısmı olan frontal kortex ile iç yapılardan bazal ganglionlar arasında iletişim kopukluğu olduğunu ileri sürmektedir.

Aile içi sorunlar veya stres yaratan durumlar bu hastalığa yol açmaz ancak var olan hastalığın alevlenmesine yol açabilir.

Obsesif kişilikteki kişilerle OKB’yi ayırmak gerekir. OKB hastalarının hastalık öncesi dönemlerinde genelde kompulsif davranışlara rastlanmaz.OKB hastalarının %15-35’inde hastalık öncesi dönemde obsesif uğraşlara rastlanır.

OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK NASIL TEDAVİ EDİLİR?

Tedavide amaç öncelikle var olan hastalığı tedavi etmek sonra da hastalığın tekrarlamasını önlemektir. Bu amaçla iki tedavi yöntemi kullanılmaktadır:

Seçici serotonin geri alım inhibitörleri kullanmak
Bilişsel davranışçı tedavi uygulamak
Hastaların hastalıkları konusunda kendilerini eğitmeleri çok önemlidir.

Tedavinin başlarında bilişsel ve davranışçı tedaviyi oturtmak ve tedavi dozunu ayarlamak amacı ile haftada en az bir kez doktor kontrolüne gitmek gerekir. Hastalık yatıştıkça kontroller seyrekleşir, tamamen düzeldikten sonra da yılda bir kez bile olsa kontrole gitmekte fayda vardır.

İyileştikten sonra belirtiler tekrar başlar ve kognitif davranışçı tekniklerle kontrol edilemez ise, beklenmeyen ilaç yan etkileri görülürse, depresyon, anksiyete bozukluğu gibi başka ruhsal hastalık belirtileri görülürse veya bir yakınını kaybetmek gibi hastalığı kötü etkileyebilecek önemli bir yaşam olayı ile karşılaşılırsa vakit kaybetmeden psikiyatriste başvurmak gerekir.

Hastalığın tedavisi uzun süreli ve hastayı çok zorlayıcıdır. Tedavi süresince hastanın kendi kaygısını kontrol etmesi gerekir ki bu bazen imkansız hale gelebilir. Böyle yorucu bir tedaviyi geçtikten sonra aniden tedaviyi kesmek kesinlikle önerilmez. Tedavinin seyri sırasında tedavi ile ilgili sorunlar ortaya çıktığında bunun doktor ile paylaşılmasında fayda vardır.

HASTA YAKINLARINA DÜŞEN GÖREVLER NELERDİR?

Bu hastaların kendi hastalıkları konusunda genelde iç görüleri yoktur. Bu nedenle bu hastalarla yaşayan kişilere çok iş düşmektedir. Bu hastalığın aslında tedavi edilebilir olduğunu anlatmak ve doktora gelem konusunda bu hastaları ikne etmek genelde yakınlarına düşmektedir. Hastalığın tedavisi yorucudur ve hastayı oldukça gerginleştirir, bu dönemlerde hastanın yanında olmak ve destek vermek çok önemlidir. Belirtileri tartışarak düzeltmek mümkün değildir. Hastalar zaten bu düşünce ve davranışın saçma olduğunun farkındadır, onlarla bunu tartışarak üzerlerine gitmek hastanın sıkıntısını artırmaktan başka işe yaramaz. Bunun yerine onları anladığınızı ve yanlarında olduğunuzu belirterek destek olmak tedavinin seyri açısından oldukça olumludur. Davranış tedavisinde amaç takıntılı düşünceleri ortadan kaldırmak değil hastanın bu düşüncelerle barışık yaşamasını sağlamaktır. Örneğin çöp bidonunun yanından geçerken eline kir bulaştığını düşünerek defalarca elini yıkayan bir hastaya “hayır kir bulaşmadı” demek yerine “eline kir bulaşıp bulaşmadığına karar vermek için çaba harcamamalısın, kir bulaştığını kabul etsen bile elini tekrar tekrar yıkamamak için direnmelisin” düşüncesi aşılanır ve hastanın bunu başarması istenir. Bu nedenle hasta yakınlarının bu düşünceye uymayan yaklaşımları tedaviyi zora sokmaktan başka işe yaramaz. Bu tür yaklaşımlar OKB beliritlerinin artmasına sebep olabilir.

Aile içi sorunlar bu hastalığın sebebi olmaz ancak çoğu zaman hastalığın belirtileri aile içinde sorunlara neden olur. Bu hastalık pek çok hastalıktan daha fazla hasta yakınlarını rahatsız eder. Örneğin yıkanma obsesyonu olan bir hasta gün boyu banyoyu işgal ettiği için, hasta yakınları banyoyu kullanamaz hale gelebilir, veya dışarıdan kir bulaşacak diye obsesyonları olan bazı hastalar sadece kendileri değil ailenin diğer fertlerini de bazı davranışlar yapmaya zorlayabilirler (örneğin dışarıdan gelir gelmez soyunup banyo yapmak gibi). Bu nedenle tedaviye gelindiğinde çoğu zaman hasta yakınları da hastalar gibi yorgun ve tükenmiştir. Yakınları OKB tedavisi gören kişilerin zaman zaman tedaviyi yapan doktoru ziyaret ederek tedavinin seyri konusunda bilgilendirmesi ve ne yapacakları konusunda bilgi alması oldukça faydalıdır]]>

Bazı kişiler aklına kötü bir şey geldiğinde bir tahtaya vurarak “allah korusun” der veya evden çıkarken dış kapının kilitli olup olmadığını bir kaç defa kontrol eden sıktır, bu tür davranışları obsesif kompulsif bozukluk olarak değerlendirmek yanlış olur. Bu hastalığın en önemli özelliği kişilerin takıntılı düşüncelerinin ve davranışlarının farkında olmasıdır. Bu kişilerde akla takılan düşünceler istemli olarak uzaklaştırılamaz veya saçma olduğunu bile bile aynı davranış çok defa tekrar edilir(uzun süre el yıkamak veya kapının kilitli olduğunu bilerek tekrar tekrar kontrol etmek gibi). Bu hastalığa yakalanmış kişilerin günlük işlevlerini yerine getirmesi güçleşir, iş hayatı ve sosyal ilişkileri genelde bozulur.
OKB bir hastalık olarak tek başına görülebileceği gibi bir belirti olarak başka psikiyatrik hastalıklara eşlik edebilir. OKB sıklıkla depresyonla bir arada görülür. Hastanın değerlendirmesinde buna dikkat etmek gerekir.

Yapılan araştırmalarda bu hastalığın toplumda %2-3 oranında görüldüğü tespit edilmiştir. Ancak tahmin edilen değerler bunun çok üstündedir.Bu hastalık herhangi bir yaşta başlayabilir. Okul öncesi çocukluk döneminde veya yaşlılıkta ortaya çıkabilir, ortalama çıkış yaşı 40’dır.

Çeşitli nedenlerle hastaların OKB tanısı alması gecikebilir. Bunun değişik nedenleri olabilir; hastaların yaşadıklarının hastalık olduğunun farkında olmaması veya hekimler ayırt edici tanıda bu hastalığı düşünmemeleri bu nedenlerden bazılarıdır. Bazen depresyon, iş ve aile sorunları gibi başka tanılarında bu hastalıkla bir arada bulunması OKB tanısını güçleştirebilmektedir. Tedavide gecikmenin en büyük sakıncası depresyonun veya iş ve aile sorunlarının ortaya çıkma riskinin artmasıdır.

OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK BELİRTİLERİ NELERDİR?
Genelde obsesyon ve kompulsiyonlarla karakterizedir, ancak sadece obsesyon veya kompulsiyon yakınmaları olan hastalar da olabilir. Obsesyonlarda kompulsiyonlarda düşünce şeklinde olabilir. Ancak genelde obsesyonlar düşünce kompulsiyonlarda davranış şeklindedir.

Obsesyon (takıntı): kişinin kontrolü dışında tekrarlayan düşünce ve uyaranlardır. Hastalar bunun çok anlamsız olduğunu, kendilerini çok rahatsız ettiğini ancak bu düşüncelerden kurtulamadıklarını belirtirler. Bu takıntılar hastada iğrenme, korkma, şüphelenme veya anksiyete gibi duyguları da beraberinde getirir. Hastalar bu düşüncelerin kendi beyinlerinin ürünü olduğunun farkındadır. Sık görülen obsesyonlar şunlardır:

Kirlilik : çevreden kan, tükrük, mikrop veya semen gibi kir bulaşması veya kişinin çevreye kir bulaştırması
Kendi başına veya yakınlarının başına bir kötülük geleceği düşüncesi
Kontrolünü kaybetme ve saldırgan davranışta bulunma korkusu
Tekrarlayan ve kontrol edilemeyen cinsel düşünceler
Dinle ve ahlaki değerlerla aşırı uğraşma v.b.

Kompulsiyon (tekrarlayan davranışlar): hastalar takıntılı düşüncelerden kurtulmak için akıllarına başka düşünceleri getirirler veya bazı davranışlarda bulunurlar bu tür düşünce ve davranışlara kompulsiyon denir. Takıntılı düşünceler anksiyete artışına neden olurken kompulsiyonlar anksiyeteyi azaltır. Ağır OKB hastalarında bazen bu kompulsiyonlar tüm günü alabilir. Sık görülen kompulsiyonlar şunlardır:

Temizlik: saatlerce el yıkama, banyo yapma veya tekrar tekrar ev temizleme gibi. Bu şekilde el yıkayarak günde bir kalıp sabun bitiren veya çamaşır suyu ile elini yıkayan hastalar sıktır.

Tekrarlama: takıntılı düşünce ile oluşan sıkıntıyı gidermek için tekrarlayan davranışta bulunma veya akıldan başka düşünceleri geçirme gibi. Yakınlarının başına kotü bir şey geleceğini düşünen bir hasta bunun olmaması için halen yapmakta olduğu davranışı ikinci kez yaparak bu düşünceden kurtulabilir (yolda yürürken aynı yolu geri dönüp tekrar yürümek gibi)

Kontrol etme: evine bir şey olacak veya yangın çıkacak korkusu ile tekrar tekrar kapıyı veya tüpün kapalı olup olmadığını kontrol etmek gibi.

Biriktirme: işe yaramayan bir çok eşyayı biriktirmek gibi. Örneğin bazı kişilerde yeterli yerleri olmadığı halde gazeteler, boş kavanozlar veya konserve kutuları gibi işe yaramayan şeyleri atamama davranışı görülebilir. Son birkaç yıldır yurdumuzda gazetelere yansıyan çöplük evler buna en güzel örnektir.

Sayma: yolda yürürken kaldırım taşlarını sayma veya araba plakalarını okuma, günlük işleri yaparken belli sayılarda tekrar etme v.b.(örneğin kazağını beş kere giyip çıkarma veya aynı yere üç kere gitmeme gibi)
Tamamlama: bu kompulsiyonu olan hastalar bir dizi davranışı mükemmel olana kadar tekrar tekrar yaparlar. Örneğin kirlilik takıntısı olan bazı hastalar el yıkamadan önce lavaboyu, musluğu ve sabunu yıkar (genelde belli sayıda) daha sonra belli sayıda elini yıkar ve elini yıkadıktan sonra tekrar aynı işlemi tekrarlar.
Aşırı tertipli ve düzenli olma: örneğin çalışma odasında herşeyin simetrik durması veya masanın üstündeki herşeyin belirli bir sıra ile dizilmesi gibi.
Yukarıda sayılanlar dışında sayı sayma, aşırı liste yapma veya aşırı dua etme gibi başka kompulsiyonlarda olabilir.

OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUĞUN NEDENLERİ NELERDİR?

OKB’nin bilinen tek nedeni yoktur. Çeşitli etkenlerin bir araya gelmesi ile bu hastalığın ortaya çıktığı belirtilmektedir.

Genetik bir yatkınlıktan söz edilmektedir. OKB’ye neden olan bir gen bulunamamıştır, ancak OKB hastalarının yakınlarında bu hastalığın görülme olasılığı artmaktadır. Aynı ailede görülen OKB semptomlarının aynı olması gerekmez. Örneğin annede kontrol etme kompulsiyonları görülürken kızında sık el yıkama olabilir.

Beyinde kimyasal haberci görevi üstlenen serotonin seviyesinde düşmenin bu hastalığa neden olduğu söylenmektedir. Serotonin seviyesini artıran ilaçlar bu nedenle tedavide kullanılmakta ve tedavi edici etkisi görülmektedir.

Bazı araştırmacılar bu hastalarda beynin ön kısmı olan frontal kortex ile iç yapılardan bazal ganglionlar arasında iletişim kopukluğu olduğunu ileri sürmektedir.

Aile içi sorunlar veya stres yaratan durumlar bu hastalığa yol açmaz ancak var olan hastalığın alevlenmesine yol açabilir.

Obsesif kişilikteki kişilerle OKB’yi ayırmak gerekir. OKB hastalarının hastalık öncesi dönemlerinde genelde kompulsif davranışlara rastlanmaz.OKB hastalarının %15-35’inde hastalık öncesi dönemde obsesif uğraşlara rastlanır.

OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK NASIL TEDAVİ EDİLİR?

Tedavide amaç öncelikle var olan hastalığı tedavi etmek sonra da hastalığın tekrarlamasını önlemektir. Bu amaçla iki tedavi yöntemi kullanılmaktadır:

Seçici serotonin geri alım inhibitörleri kullanmak
Bilişsel davranışçı tedavi uygulamak
Hastaların hastalıkları konusunda kendilerini eğitmeleri çok önemlidir.

Tedavinin başlarında bilişsel ve davranışçı tedaviyi oturtmak ve tedavi dozunu ayarlamak amacı ile haftada en az bir kez doktor kontrolüne gitmek gerekir. Hastalık yatıştıkça kontroller seyrekleşir, tamamen düzeldikten sonra da yılda bir kez bile olsa kontrole gitmekte fayda vardır.

İyileştikten sonra belirtiler tekrar başlar ve kognitif davranışçı tekniklerle kontrol edilemez ise, beklenmeyen ilaç yan etkileri görülürse, depresyon, anksiyete bozukluğu gibi başka ruhsal hastalık belirtileri görülürse veya bir yakınını kaybetmek gibi hastalığı kötü etkileyebilecek önemli bir yaşam olayı ile karşılaşılırsa vakit kaybetmeden psikiyatriste başvurmak gerekir.

Hastalığın tedavisi uzun süreli ve hastayı çok zorlayıcıdır. Tedavi süresince hastanın kendi kaygısını kontrol etmesi gerekir ki bu bazen imkansız hale gelebilir. Böyle yorucu bir tedaviyi geçtikten sonra aniden tedaviyi kesmek kesinlikle önerilmez. Tedavinin seyri sırasında tedavi ile ilgili sorunlar ortaya çıktığında bunun doktor ile paylaşılmasında fayda vardır.

HASTA YAKINLARINA DÜŞEN GÖREVLER NELERDİR?

Bu hastaların kendi hastalıkları konusunda genelde iç görüleri yoktur. Bu nedenle bu hastalarla yaşayan kişilere çok iş düşmektedir. Bu hastalığın aslında tedavi edilebilir olduğunu anlatmak ve doktora gelem konusunda bu hastaları ikne etmek genelde yakınlarına düşmektedir. Hastalığın tedavisi yorucudur ve hastayı oldukça gerginleştirir, bu dönemlerde hastanın yanında olmak ve destek vermek çok önemlidir. Belirtileri tartışarak düzeltmek mümkün değildir. Hastalar zaten bu düşünce ve davranışın saçma olduğunun farkındadır, onlarla bunu tartışarak üzerlerine gitmek hastanın sıkıntısını artırmaktan başka işe yaramaz. Bunun yerine onları anladığınızı ve yanlarında olduğunuzu belirterek destek olmak tedavinin seyri açısından oldukça olumludur. Davranış tedavisinde amaç takıntılı düşünceleri ortadan kaldırmak değil hastanın bu düşüncelerle barışık yaşamasını sağlamaktır. Örneğin çöp bidonunun yanından geçerken eline kir bulaştığını düşünerek defalarca elini yıkayan bir hastaya “hayır kir bulaşmadı” demek yerine “eline kir bulaşıp bulaşmadığına karar vermek için çaba harcamamalısın, kir bulaştığını kabul etsen bile elini tekrar tekrar yıkamamak için direnmelisin” düşüncesi aşılanır ve hastanın bunu başarması istenir. Bu nedenle hasta yakınlarının bu düşünceye uymayan yaklaşımları tedaviyi zora sokmaktan başka işe yaramaz. Bu tür yaklaşımlar OKB beliritlerinin artmasına sebep olabilir.

Aile içi sorunlar bu hastalığın sebebi olmaz ancak çoğu zaman hastalığın belirtileri aile içinde sorunlara neden olur. Bu hastalık pek çok hastalıktan daha fazla hasta yakınlarını rahatsız eder. Örneğin yıkanma obsesyonu olan bir hasta gün boyu banyoyu işgal ettiği için, hasta yakınları banyoyu kullanamaz hale gelebilir, veya dışarıdan kir bulaşacak diye obsesyonları olan bazı hastalar sadece kendileri değil ailenin diğer fertlerini de bazı davranışlar yapmaya zorlayabilirler (örneğin dışarıdan gelir gelmez soyunup banyo yapmak gibi). Bu nedenle tedaviye gelindiğinde çoğu zaman hasta yakınları da hastalar gibi yorgun ve tükenmiştir. Yakınları OKB tedavisi gören kişilerin zaman zaman tedaviyi yapan doktoru ziyaret ederek tedavinin seyri konusunda bilgilendirmesi ve ne yapacakları konusunda bilgi alması oldukça faydalıdır]]>
<![CDATA[Kaygı Bozuklukları]]> https://eylulforum.com/konu-kaygi-bozukluklari Wed, 06 Oct 2010 11:07:51 +0300 https://eylulforum.com/konu-kaygi-bozukluklari
Kaygı, yani korku ve endişe duygusu psikoloji içinde herkesi sık sık etkileyen ve pek çok insanı ilgilendiren tek konudur. Kaygı duygu durumu pek çok psikopatolojik konuda olduğu gibi normal yaşamda da insanların psikolojisinde önemli bir rol oynamaktadır. Pek az kişi normal yaşamda bir haftayı korku veya endişe duygusu yaşamadan geçirmiştir. Normal yaşamda karşılaşılan bu kaygı durumu süre olarak ve şiddet olarak fazla bir şekilde devam ederse kaygı bozukluğu şeklini alır.

Kaygı bozukluğu tanısı, kişisel olarak yaşanan kaygının bulunduğu durumlarda konur. DSM-IV'de altı temel kategori vardır: Fobiler, panik bozukluk, genellenmiş kaygı, obsesif-kompulsif bozukluk,travma sonrası stres bozukluğu ve akut stres bozukluğu. Bu durumlarla birlikte kaygı bozukluğu görülebilir. Bu birlikte görülme iki nedene bağlıdır. Birincisi, bu kategoriye giren belirtilerin özgül olmamasıdır. İkinci olarak, kaygı bozukluklarına yol açan patojenik süreçlerle ilgili yeni düşünceler başka bozukluklara da uygulanmaktadır.


Örnek Bir Durum:

Yirmiyedi yaşında bir şarkıcı bir arkadaş tarafından değerlendirmeye gönderilmişti. Sekiz ay önce erkek arkadaşı ile bir saldırıya uğramış, kendisi zarar görmeden kaçabilmiş ama erkek arkadaşı bıçaklanmış ve ölmüştü. Bir yas sürecinin ardından her zamanki durumuna dönmüş, polise araştırmasında yardım etmiş ve ideal bir görgü tanığı olarak değerlendirilmişti. Bununla birlikte bir adamın cinayet suçlamasıyla tutuklanmasından kısa bir süre sonra hasta tekrarlayan kabuslar görmeye başlamış ve suçun işlendiği geceye ilişkin çok canlı hatırlamalar yaşamaya başlamıştı. Rüyalarında sık sık kan görüyor ve kendini uğursuz pelerinli figürlerin izlediğini belirtiyordu. Gündüz özellikle de bir yere yalnız yürüken sıklıkla hayaller içinde dalıp gidiyor ve nereye gittiğini unutuyordu.

Arkadaşları onun kolayca irkildiğini ve zihninin meşgul göründüğüne dikkat etmişlerdi. Parasının üzerini veya aldığı şeyleri dükkanda bırakıyor veya beklerken ne almaya geldiğini hatırlamıyormuş. Huzursuz bir biçimde uykuya dalıyor ve işine konsantre olmakta zorluk çekiyormuş. Giderek arkadaşlarından uzaklaşıyor ve çalışmakta da zorluk çekiyormuş. Tam olarak bunların neden olduğu açık olmasada erkek arkadaşının katledilmesiyle ilgili önemli oranda suçluluk hissediyordu]]>

Kaygı, yani korku ve endişe duygusu psikoloji içinde herkesi sık sık etkileyen ve pek çok insanı ilgilendiren tek konudur. Kaygı duygu durumu pek çok psikopatolojik konuda olduğu gibi normal yaşamda da insanların psikolojisinde önemli bir rol oynamaktadır. Pek az kişi normal yaşamda bir haftayı korku veya endişe duygusu yaşamadan geçirmiştir. Normal yaşamda karşılaşılan bu kaygı durumu süre olarak ve şiddet olarak fazla bir şekilde devam ederse kaygı bozukluğu şeklini alır.

Kaygı bozukluğu tanısı, kişisel olarak yaşanan kaygının bulunduğu durumlarda konur. DSM-IV'de altı temel kategori vardır: Fobiler, panik bozukluk, genellenmiş kaygı, obsesif-kompulsif bozukluk,travma sonrası stres bozukluğu ve akut stres bozukluğu. Bu durumlarla birlikte kaygı bozukluğu görülebilir. Bu birlikte görülme iki nedene bağlıdır. Birincisi, bu kategoriye giren belirtilerin özgül olmamasıdır. İkinci olarak, kaygı bozukluklarına yol açan patojenik süreçlerle ilgili yeni düşünceler başka bozukluklara da uygulanmaktadır.


Örnek Bir Durum:

Yirmiyedi yaşında bir şarkıcı bir arkadaş tarafından değerlendirmeye gönderilmişti. Sekiz ay önce erkek arkadaşı ile bir saldırıya uğramış, kendisi zarar görmeden kaçabilmiş ama erkek arkadaşı bıçaklanmış ve ölmüştü. Bir yas sürecinin ardından her zamanki durumuna dönmüş, polise araştırmasında yardım etmiş ve ideal bir görgü tanığı olarak değerlendirilmişti. Bununla birlikte bir adamın cinayet suçlamasıyla tutuklanmasından kısa bir süre sonra hasta tekrarlayan kabuslar görmeye başlamış ve suçun işlendiği geceye ilişkin çok canlı hatırlamalar yaşamaya başlamıştı. Rüyalarında sık sık kan görüyor ve kendini uğursuz pelerinli figürlerin izlediğini belirtiyordu. Gündüz özellikle de bir yere yalnız yürüken sıklıkla hayaller içinde dalıp gidiyor ve nereye gittiğini unutuyordu.

Arkadaşları onun kolayca irkildiğini ve zihninin meşgul göründüğüne dikkat etmişlerdi. Parasının üzerini veya aldığı şeyleri dükkanda bırakıyor veya beklerken ne almaya geldiğini hatırlamıyormuş. Huzursuz bir biçimde uykuya dalıyor ve işine konsantre olmakta zorluk çekiyormuş. Giderek arkadaşlarından uzaklaşıyor ve çalışmakta da zorluk çekiyormuş. Tam olarak bunların neden olduğu açık olmasada erkek arkadaşının katledilmesiyle ilgili önemli oranda suçluluk hissediyordu]]>
<![CDATA[Melankoli]]> https://eylulforum.com/konu-melankoli--8243 Wed, 06 Oct 2010 11:07:24 +0300 https://eylulforum.com/konu-melankoli--8243
Melankoli halk arasında yalnızlığı tercih ve hüzün hali olarak bilinse de aslında psikolojik bir durumdur. Nedensiz yere depresyon hissi ve birşeyler yapmaya duyulan isteksizlik olarak ortaya çıkar. Eskiden şizofren gibi daha ciddi ve fiziksel rahatsızlıklara dayandırılan melankoli, beraberinde belli bir kültür ve kült getirmiştir. Günümüzde ise aşk ya da kimlik karmaşası gibi duygusal nedenlere bağlanmaktadır.]]>

Melankoli halk arasında yalnızlığı tercih ve hüzün hali olarak bilinse de aslında psikolojik bir durumdur. Nedensiz yere depresyon hissi ve birşeyler yapmaya duyulan isteksizlik olarak ortaya çıkar. Eskiden şizofren gibi daha ciddi ve fiziksel rahatsızlıklara dayandırılan melankoli, beraberinde belli bir kültür ve kült getirmiştir. Günümüzde ise aşk ya da kimlik karmaşası gibi duygusal nedenlere bağlanmaktadır.]]>
<![CDATA[İnternet Depresyonu Tetikliyor]]> https://eylulforum.com/konu-internet-depresyonu-tetikliyor Wed, 06 Oct 2010 11:06:58 +0300 https://eylulforum.com/konu-internet-depresyonu-tetikliyor
Uzmanlar, internetin kendilerini zayıf bulan insanlara, günlük hayatta tadamadıkları bir güçlülük hissi verdiğini dile getirdi. Dünyada 65 milyon insanın sosyal ağlar denilen internet sitelerine üye olarak, gizli kimlikle kendini nasıl hissetmek istiyorsa, o kimliğe bürünüp, sahte bir dünyanın içinde yer aldığına dikkat çeken uzmanlar, kişilerin eksikliklerini bu yolla gidermeye çalıştıklarını açıkladı. ABD'de yapılan bir araştırmanın aslında iyi niyetli bir buluş olan internetin, amacı dışında kullanılmasının pek çok sorunu ve kişilik bozukluğunu ortaya çıkardığını belirten uzmanlara göre, internet doğrudan insan ilişkilerinin yerini aldığında depresyon gelişimine yol açıyor ve sosyal desteğin azalmasına neden olabiliyor.]]>

Uzmanlar, internetin kendilerini zayıf bulan insanlara, günlük hayatta tadamadıkları bir güçlülük hissi verdiğini dile getirdi. Dünyada 65 milyon insanın sosyal ağlar denilen internet sitelerine üye olarak, gizli kimlikle kendini nasıl hissetmek istiyorsa, o kimliğe bürünüp, sahte bir dünyanın içinde yer aldığına dikkat çeken uzmanlar, kişilerin eksikliklerini bu yolla gidermeye çalıştıklarını açıkladı. ABD'de yapılan bir araştırmanın aslında iyi niyetli bir buluş olan internetin, amacı dışında kullanılmasının pek çok sorunu ve kişilik bozukluğunu ortaya çıkardığını belirten uzmanlara göre, internet doğrudan insan ilişkilerinin yerini aldığında depresyon gelişimine yol açıyor ve sosyal desteğin azalmasına neden olabiliyor.]]>
<![CDATA[Mevsimsel Depresyon Döngüsü]]> https://eylulforum.com/konu-mevsimsel-depresyon-dongusu Wed, 06 Oct 2010 11:06:35 +0300 https://eylulforum.com/konu-mevsimsel-depresyon-dongusu
Çağımızın hastalığı depresyon özellikle sonbahar mevsimi ile ilişkilendirilir. Sonbahar depresyonu var mı? Sonbaharı bahane mi ediyoruz? Hangi belirtiler depresyon habercisi?...
Medical Park Bahçelievler Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Doç. Dr. Hüsnü Erkmen, mevsimsel depresyon ile ilgili sıkça gündeme gelen konulara açıklık getirdi. Toplumda sıkça dile getirilen bahar depresyonunun özel bir depresyon tipi olmadığına dikkat çeken Doç. Dr. Hüsnü Erkmen, "Bahar depresyonu özel bir depresyon tipi değildir. Ancak bahar aylarında gelen depresyon tipine eskiden bu isim verilmiştir. Daha sonra yapılan çalışmalarda bu durumun sadece bahar mevsimine özel olmadığı bazı insanlarda depresyonun mevsimsel olduğu anlaşılmıştır. Bugün daha ziyade mevsimsel depresyondan bahsedilmektedir. Sadece bahar aylarında değil her mevsim ortaya çıkabilen depresyonlar vardır."

Mevsim Değişimi Hemen Herkesi Etkiliyor

Erkmen, mevsimin değişmesiyle birlikte ortaya çıkan duygusal değişiklikler hakkında bilgi verdi: “Mevsim değişiklikleri ile sadece hastalarda değil hemen herkeste duygusal değişiklikler oluşur. Çoğu insan ilkbaharda kendini coşkulu, sonbaharda hüzünlü hisseder. Depresyon gibi bir duygulanım hastalığı olanlarda bu çok daha belirgindir. Genellikle ilkbahar ve yaz aylarında daha iyi hissetmek, sonbahar ve kış aylarında ise daha kötü hissetmek şeklinde görülür. Ancak bunun tam tersi olan hastalar da vardır.”

Depresyona Karşı Nasıl Önlemler Alınabilir?

Doç. Dr. Hüsnü Erkmen, mevsim değişikliği ile birlikte ortaya çıkan depresyona karşı önlem alınabileceğini belirtti: “Bazı mevsimlerde kişinin performansı belirgin olarak düşüyor ve depresyon belirtileri ortaya çıkıyorsa mutlaka bir psikiyatri uzmanına başvurmalı. Mevsimsel depresyonu zaten bilinen kişiler ise psikiyatristleri ile çok iyi bir işbirliği yaparak mevsim başlamadan önce tedavilerini düzenlettirmeli, depresyon önleyici tedavi gerekiyorsa bunları uygulamalı, aktivitelerini ve normal yaşamlarını düzenli tutmaya çalışmalıdırlar.”

Depresyon Belirtileri Nelerdir?

Doç. Dr. Hüsnü Erkmen, depresyon belirtilerini sıraladı: “Hastalık başladığı zaman kişide enerji ve ilgi azalır veya kaybolur, suçluluk duyguları, konsantrasyon güçlüğü, iştah kaybı, yaşamak istememe, ölüm ve intihar fikirleri ortaya çıkar. Duygusal olarak çökkündürler her şeye üzülürler. Ağlama sıklaşır ve kendisini ilgilendirmeyen şeyler için de ağlamalar başlar. Sıkıntı ve huzursuzluk vardır, hiç bir şeyden zevk alamaz olurlar, aktiviteleri azalır, işleri aksar, uyku bozulur, cinsel istek azalır, kendilerini yorgun hissederler, vücudun değişik yerlerinde ağrılar oluşur, ilişkileri aksar, toplumsal görevler ve mesleki işlevlerini gerçekleştiremezler.”

DEPRESYON TESTİ

En az iki hafta boyunca aşağıdaki yakınmalardan beşinin görülmesi depresyonu işaret ediyor.

1- Üzgün ve boş hissetme
2- Günün büyük bölümünde ilgi azalması ve zevk alma azalması
3- Nedensiz kilo alma veya kaybetme
4- Uykusuzluk veya aşırı uyuma
5- Yersiz aşırı hareketlilik veya uyuşukluk
6- Sürekli ve nedensiz yorgunluk, bitkinlik ve enerji kaybı
7- Değersizlik ve suçluluk duyguları
8- Düşünme konsantre olma yetisinin azalması, kararsızlık
9- Ölüm ve intihar düşünceleri, intihar planları yapmak]]>

Çağımızın hastalığı depresyon özellikle sonbahar mevsimi ile ilişkilendirilir. Sonbahar depresyonu var mı? Sonbaharı bahane mi ediyoruz? Hangi belirtiler depresyon habercisi?...
Medical Park Bahçelievler Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Doç. Dr. Hüsnü Erkmen, mevsimsel depresyon ile ilgili sıkça gündeme gelen konulara açıklık getirdi. Toplumda sıkça dile getirilen bahar depresyonunun özel bir depresyon tipi olmadığına dikkat çeken Doç. Dr. Hüsnü Erkmen, "Bahar depresyonu özel bir depresyon tipi değildir. Ancak bahar aylarında gelen depresyon tipine eskiden bu isim verilmiştir. Daha sonra yapılan çalışmalarda bu durumun sadece bahar mevsimine özel olmadığı bazı insanlarda depresyonun mevsimsel olduğu anlaşılmıştır. Bugün daha ziyade mevsimsel depresyondan bahsedilmektedir. Sadece bahar aylarında değil her mevsim ortaya çıkabilen depresyonlar vardır."

Mevsim Değişimi Hemen Herkesi Etkiliyor

Erkmen, mevsimin değişmesiyle birlikte ortaya çıkan duygusal değişiklikler hakkında bilgi verdi: “Mevsim değişiklikleri ile sadece hastalarda değil hemen herkeste duygusal değişiklikler oluşur. Çoğu insan ilkbaharda kendini coşkulu, sonbaharda hüzünlü hisseder. Depresyon gibi bir duygulanım hastalığı olanlarda bu çok daha belirgindir. Genellikle ilkbahar ve yaz aylarında daha iyi hissetmek, sonbahar ve kış aylarında ise daha kötü hissetmek şeklinde görülür. Ancak bunun tam tersi olan hastalar da vardır.”

Depresyona Karşı Nasıl Önlemler Alınabilir?

Doç. Dr. Hüsnü Erkmen, mevsim değişikliği ile birlikte ortaya çıkan depresyona karşı önlem alınabileceğini belirtti: “Bazı mevsimlerde kişinin performansı belirgin olarak düşüyor ve depresyon belirtileri ortaya çıkıyorsa mutlaka bir psikiyatri uzmanına başvurmalı. Mevsimsel depresyonu zaten bilinen kişiler ise psikiyatristleri ile çok iyi bir işbirliği yaparak mevsim başlamadan önce tedavilerini düzenlettirmeli, depresyon önleyici tedavi gerekiyorsa bunları uygulamalı, aktivitelerini ve normal yaşamlarını düzenli tutmaya çalışmalıdırlar.”

Depresyon Belirtileri Nelerdir?

Doç. Dr. Hüsnü Erkmen, depresyon belirtilerini sıraladı: “Hastalık başladığı zaman kişide enerji ve ilgi azalır veya kaybolur, suçluluk duyguları, konsantrasyon güçlüğü, iştah kaybı, yaşamak istememe, ölüm ve intihar fikirleri ortaya çıkar. Duygusal olarak çökkündürler her şeye üzülürler. Ağlama sıklaşır ve kendisini ilgilendirmeyen şeyler için de ağlamalar başlar. Sıkıntı ve huzursuzluk vardır, hiç bir şeyden zevk alamaz olurlar, aktiviteleri azalır, işleri aksar, uyku bozulur, cinsel istek azalır, kendilerini yorgun hissederler, vücudun değişik yerlerinde ağrılar oluşur, ilişkileri aksar, toplumsal görevler ve mesleki işlevlerini gerçekleştiremezler.”

DEPRESYON TESTİ

En az iki hafta boyunca aşağıdaki yakınmalardan beşinin görülmesi depresyonu işaret ediyor.

1- Üzgün ve boş hissetme
2- Günün büyük bölümünde ilgi azalması ve zevk alma azalması
3- Nedensiz kilo alma veya kaybetme
4- Uykusuzluk veya aşırı uyuma
5- Yersiz aşırı hareketlilik veya uyuşukluk
6- Sürekli ve nedensiz yorgunluk, bitkinlik ve enerji kaybı
7- Değersizlik ve suçluluk duyguları
8- Düşünme konsantre olma yetisinin azalması, kararsızlık
9- Ölüm ve intihar düşünceleri, intihar planları yapmak]]>
<![CDATA[?çekingenlik nedir]]> https://eylulforum.com/konu-cekingenlik-nedir Wed, 06 Oct 2010 11:06:09 +0300 https://eylulforum.com/konu-cekingenlik-nedir
Nedir

Çekingen kişilik bozukluğu sosyal ortamlarda rahatsızlık hissetmek, başkalarının kendisini yargılaması ve çocukluktan itibaren süregelen çekingenlik olarak kendini gösterir. Ayrıca aşırı derecede utangaçlık olarak ortaya çıkar. Bu psikolojik rahatsızlığa sahip insanlar kendilerini küçük görür ve başkalarının fikirlerine aşırı derecede önem verir. Hastalığın özellikleri arasında kendini yetersiz görmek, eleştiriye yada kritize edilmeye karşı aşırı derecede hassas olmak ve sosyal ortamlarda bulunmaktan korkmak sayılabilir.

Çekingen kişiliğe sahip insanlar ancak yargılanmayacaklarına inandıkları takdirde başkaları ile iletişim kurabilirler. Sürekli olarak kendi hatalarına ve eksikliklerine yoğunlaşırlar. Bu kişiler sosyalleşmek ve başka insanlar ile iletişim kurmak isterler fakat acı çekmekten, reddedilmekten ve başarısız olmaktan korkarlar. Yargılanmak ve kaybetmek o kadar acı vericidir ki bir ilişkiye girerek risk almaktansa tamamiyle yalnız kalmayı tercih ederler.

Çekingen kişilik bozukluğunun sebepleri tam olarak bilinmemektedir. Bazı araştırmacılar kişinin yetiştirilme şekli ile alakalı olduğunu iddia etmektedir. Örneğin ailesi, kardeşleri yada arkadaşları tarafından sürekli eleştirilen ve reddedilmek kişinin kendisini değersiz olduğunu düşünmeye itmiş ve herkesin aynı şekilde davranacağını düşünmesini sağlamış olabilir.

Bu kişiler çoğunlukla kendi değerlerini farketmezler, aksine itici ve kişilik olarak yetersiz olduklarına inanırlar. Kendilerini istenmeyen kişiler olarak görürler, toplumdan soyutlanmış, yalnız ve mutsuzdurlar.

Çekingen kişiler dünyayı düşmanca, soğuk ve aşağılayıcı bir yer olarak görür. İnsanlar her an kritize etmeye, eleştirmeye, küçük görmeye ve umursamaz davranmaya hazır gibi algılanır. Dolayısıyla bu kişiler en ufak bir eleştiri karşısında bile büyük acı duyarlar. Korkuları öyle bir boyuta varır ki, en önemsiz olayda bile başkalarının kendisini küçük düşüreceğine ve ne yaparsa yapsın insanların hep kendisinde hata bulacağına inanır.

Belirtileri
Kritize edilmekten ve kınanmaktan dolayı büyük acı çekerler
Yakın hiç bir arkadaşları yoktur
İnsanlarla ilişki kurmaktan kaçınırlar
Başkaları ile iletişim gerektiren aktivitelerden ve görevlerden uzak dururlar
Yanlış yapma korkusundan dolayı sosyal ortamlarda utangaçlık
Olası zorlukların abartılması
Kendine güven eksikliği ve yetersizlik hissi

Tedavi

Zaman zaman bu hastalar psikoloğa yada psikiyatriste başvurarak terapiye kendi başlarına başvurabilirler, fakat bu durumlarda korkuları öylesine yüksek boyuttadır ki terapi sırasında en ufak bir zorluk ile karşılaştıklarında geri çekilmeye kalkabilirler. Pozitif yorumlara ve nazik yaklaşımlara cevap verebilirler ama en ufak eleştiri bu kişiler için dayanılmaz olur. Doktor ve hasta arasında pozitif bir ilişki kurulabilirse, kişi kendisine sorun yaratan bazı savunma mekanizmalarından vazgeçebilir. Dolayısıyla terapi oldukça faydalı olabilir. Bu kişiler genelde belli bir dereceye kadar insanlarla iletişim kurma yeteneğine sahiptir, terapi ile bu yetenekleri geliştirilebilir. Her hangi bir yardım alınmaz ise bu kişiler yaşamdan tamamiyle kendilerini soyutlayabilir ve tamamiyle izole olabilirler.

İlaç kullanımı bu hastalarda fazla önerilmez, aksine psikoterapinin daha faydalı olduğu görülmüştür. Bu hastalarda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta kişi ile terapist arasında güven ilişkisinin kurulmasıdır, böylece hastanın zamanından once terapiyi bırakması önlenmiş olur.]]>

Nedir

Çekingen kişilik bozukluğu sosyal ortamlarda rahatsızlık hissetmek, başkalarının kendisini yargılaması ve çocukluktan itibaren süregelen çekingenlik olarak kendini gösterir. Ayrıca aşırı derecede utangaçlık olarak ortaya çıkar. Bu psikolojik rahatsızlığa sahip insanlar kendilerini küçük görür ve başkalarının fikirlerine aşırı derecede önem verir. Hastalığın özellikleri arasında kendini yetersiz görmek, eleştiriye yada kritize edilmeye karşı aşırı derecede hassas olmak ve sosyal ortamlarda bulunmaktan korkmak sayılabilir.

Çekingen kişiliğe sahip insanlar ancak yargılanmayacaklarına inandıkları takdirde başkaları ile iletişim kurabilirler. Sürekli olarak kendi hatalarına ve eksikliklerine yoğunlaşırlar. Bu kişiler sosyalleşmek ve başka insanlar ile iletişim kurmak isterler fakat acı çekmekten, reddedilmekten ve başarısız olmaktan korkarlar. Yargılanmak ve kaybetmek o kadar acı vericidir ki bir ilişkiye girerek risk almaktansa tamamiyle yalnız kalmayı tercih ederler.

Çekingen kişilik bozukluğunun sebepleri tam olarak bilinmemektedir. Bazı araştırmacılar kişinin yetiştirilme şekli ile alakalı olduğunu iddia etmektedir. Örneğin ailesi, kardeşleri yada arkadaşları tarafından sürekli eleştirilen ve reddedilmek kişinin kendisini değersiz olduğunu düşünmeye itmiş ve herkesin aynı şekilde davranacağını düşünmesini sağlamış olabilir.

Bu kişiler çoğunlukla kendi değerlerini farketmezler, aksine itici ve kişilik olarak yetersiz olduklarına inanırlar. Kendilerini istenmeyen kişiler olarak görürler, toplumdan soyutlanmış, yalnız ve mutsuzdurlar.

Çekingen kişiler dünyayı düşmanca, soğuk ve aşağılayıcı bir yer olarak görür. İnsanlar her an kritize etmeye, eleştirmeye, küçük görmeye ve umursamaz davranmaya hazır gibi algılanır. Dolayısıyla bu kişiler en ufak bir eleştiri karşısında bile büyük acı duyarlar. Korkuları öyle bir boyuta varır ki, en önemsiz olayda bile başkalarının kendisini küçük düşüreceğine ve ne yaparsa yapsın insanların hep kendisinde hata bulacağına inanır.

Belirtileri
Kritize edilmekten ve kınanmaktan dolayı büyük acı çekerler
Yakın hiç bir arkadaşları yoktur
İnsanlarla ilişki kurmaktan kaçınırlar
Başkaları ile iletişim gerektiren aktivitelerden ve görevlerden uzak dururlar
Yanlış yapma korkusundan dolayı sosyal ortamlarda utangaçlık
Olası zorlukların abartılması
Kendine güven eksikliği ve yetersizlik hissi

Tedavi

Zaman zaman bu hastalar psikoloğa yada psikiyatriste başvurarak terapiye kendi başlarına başvurabilirler, fakat bu durumlarda korkuları öylesine yüksek boyuttadır ki terapi sırasında en ufak bir zorluk ile karşılaştıklarında geri çekilmeye kalkabilirler. Pozitif yorumlara ve nazik yaklaşımlara cevap verebilirler ama en ufak eleştiri bu kişiler için dayanılmaz olur. Doktor ve hasta arasında pozitif bir ilişki kurulabilirse, kişi kendisine sorun yaratan bazı savunma mekanizmalarından vazgeçebilir. Dolayısıyla terapi oldukça faydalı olabilir. Bu kişiler genelde belli bir dereceye kadar insanlarla iletişim kurma yeteneğine sahiptir, terapi ile bu yetenekleri geliştirilebilir. Her hangi bir yardım alınmaz ise bu kişiler yaşamdan tamamiyle kendilerini soyutlayabilir ve tamamiyle izole olabilirler.

İlaç kullanımı bu hastalarda fazla önerilmez, aksine psikoterapinin daha faydalı olduğu görülmüştür. Bu hastalarda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta kişi ile terapist arasında güven ilişkisinin kurulmasıdır, böylece hastanın zamanından once terapiyi bırakması önlenmiş olur.]]>
<![CDATA[Türkiye'de Ruhsal Sorunlar]]> https://eylulforum.com/konu-turkiye-de-ruhsal-sorunlar Wed, 06 Oct 2010 11:05:47 +0300 https://eylulforum.com/konu-turkiye-de-ruhsal-sorunlar
Sadece geçtiğimiz hafta biri “dul” genç bir kadın, diğeri “nişanlı” iki gencin aslında hiç de ciddi olmayan sebeplerle üzerlerine benzin dökerek kendilerini yakmaları bunun delili.

Türk halkının genel ruh yapısında bir bozulma veya zayıflamanın olduğunu, Türkiye çapında yapılan araştırmalar da doğruluyor. Sağlık Bakanlığı tarafından, Türkiye nüfusunu temsil edebilecek boyutta ve ilk kez yapılan ‘Türkiye Ruh Sağlığı Profili’ araştırması bu konuda hayli ilginç sonuçlar ortaya çıkardı. Araştırmaya göre, Türkiye’de her bin kişiden 154’ünün, herhangi bir ruhsal bozukluğu bulunuyor. Yetişkinlerde son bir yılda ruhsal rahatsızlığı olan kişi oranı ise yüzde 17,2. Sağlık Bakanlığı Ruh Sağlığı Daire Başkanı Dr. Hümeyra Pınar, bu tabloya bakarak, ülkemizde de artık toplum sağlığımızı tehdit eden ve işgücü kaybına neden olan hastalıklar arasında, ruhsal bozuklukların ilk sıralarda yer almaya başladığına dikkat çekiyor.

Türkiye Ruh Sağlığı Profili araştırması geniş bir bilim adamı kadrosu tarafından yürütülmüş. Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nden Prof. Dr. Mahir Ulusoy, Doç. Dr. Neşe Erol ve Doç. Dr. Cengiz Kılıç danışmanlığında ve Müsteşar Yardımcısı Dr. Muzaffer Keçeci ile Sosyal Hizmet Uzmanı Zeynep Şimşek’in merkezdeki yürütücüleri olarak görev aldığı araştırma, ruhsal hastalıklarla ilgili tüm nüfusu temsil eden ve çok sayıda ruhsal sorunu tarayan ilk çalışma olması nedeniyle büyük önem taşıyor.

1993 yılında başlanılan araştırma, beş bölgede, 21 ilde, toplam 3 bin 889 hanede ve 16 bin 550 kişi üzerinde yapıldı.

Yüz kişiden 17’sinin ruh sağlığı bozuk

Son bir yılda bir ruhsal rahatsızlığı olan kişi oranının yüzde 17.2 olduğu belirtilen raporda, en yoğun karşılaşılan ruhsal bozukluklar depresyon, anksiyete ve samatoform bozuklukları olarak gruplandırılıyor. Keyifsizlik, isteksizlik, hayattan zevk alamama, güçsüzlük, halsizlik, moral bozukluğu, kendine güvende ve saygıda azalma gibi ruhsal belirtilerin yanında uyku bozukluğu, iştah kaybı, cinsel isteksizlik, vücut ağrıları gibi bedensel belirtileri yaşıyorsanız, “depresyon” olarak tanımlanan bir süreç yaşıyorsunuz demektir. Bu aşamada doktor yardımı almazsanız ve sizi “depresyon”a iten sebepler ortadan kaldırılmazsa, bu kez bir aşama öteye, “anksiyete” bozukluğu olarak tanımlanan hastalıklara yakalanma riskiniz artmış demektir. Belirtileri ise sıkıntı, bunaltı, huzursuzluk, endişe, kötü bir haber alacağı duygusu, korku nöbetleri, hastalık hastalığı ve takıntılar... Yine en yoğun karşılaşılan ruhsal bozukluklardan “somotoform bozuklukları” ise, fiziksel herhangi bir neden olmaksızın, bedensel belirtilerin olduğu hastalık grubu olarak tanımlanıyor ve uyuşukluk, felç, psikolojik kaynaklı ağrılar gibi belirtilerle tanınıyor.

Ruhsal hastalıkların ciddi işgücü kaybına neden olduğu da bir gerçek. Son bir yılda ruhsal/sinirsel nedenlerle yardım ve tedaviye başvuran kişi oranı yüzde 4.7. Bu kişilerin yüzde 39’u psikiyatri uzmanına, yüzde 33’ü nörolog ve dahiliye uzmanına, yüzde 21’i pratisyen hekime, yüzde 3.6’sı ise alternatif tedavi yöntemlerine başvurmuş.

En sık Batı Anadolu’da

Alkol bağımlılığı dışında tüm ruhsal hastalıkların kadınlarda daha sık görüldüğü belirtilen raporda, bölgelere göre yapılan değerlendirmelerde Batı Anadolu Bölgesi öne çıkıyor. Batı Anadolu’da ruhsal hastalıklar binde 75 oranında görülürken, bu oran İç Anadolu bölgesinde binde 27. Kuzey Anadolu’da ise, binde 14 oranında tespit edilmiş. Ruhsal hastalıklar şehirlerde kasaba ve köylerden daha fazla görülüyor. Araştırmada eğitim düzeyi yükseldikçe, ruhsal hastalık oranında azalma görüldüğüne de dikkat çekiliyor.

Annelerinden, kendilerinden ve öğretmenlerinden elde edilen bilgilere göre 2—18 yaş arası çocuk ve gençlerin yaklaşık yüzde 12’sinde müdahale gerektirecek düzeyde sorunlu davranışlar belirlenmiş. Her üç bilgi kaynağından elde edilen bilgiler doğrultusunda, toplumumuzda anksiyete/depresyon, sosyal içe dönüklük ve somatik yakınmalar gibi ‘içe yönelim’ sorunlarının, saldırgan davranışlar ve suça yönelik davranışlar gibi ‘dışa yönelim’ sorunlarından fazla olduğu görülmüş. Buna rağmen 2—3 yaş grubunda çocuğu olan ailelerden ruh sağlığı hizmetine başvuru hiç olmamış. 2—3 yaş grubu çocuklarda sorunlu davranışların görülme sıklığı yüzde 10.9, erişkin nüfusun yüzde 5’i antidepresan ilaçları kullanmakta. 4—18 yaş grubunda başvuru oranı binde 2. 11—18 yaş grubundaki gençlerin yüzde 5’inin yardıma ihtiyaç duyduklarını belirtmelerine rağmen, başvuru oranı binde 3 olmuş.

Delilik, akıl hastalığı gibi kavramlarla damgalanma korkusunun da bireylerin ruhsal yakınmalar nedeniyle doktora başvurmalarını engellediği belirtilen raporda, ruhsal hastalıkların hiçbir şekilde iyileştirilemeyeceği şeklindeki yanlış inanışların da, toplumda geniş bir kabul gördüğü vurgulanıyor. Bu nedenle toplumda tedavi edilmemiş ruhsal hastalıkları olan çok sayıda hastanın dolaştığı da gözden kaçırılmamalı. Raporda belirtilen ‘son bir yılda ruhsal rahatsızlığı olanlardan ancak yedide biri yardım için başvurmaktadır’ tespiti de bu durumun bir kanıtı.

Hastane sayısı yetersiz

Türkiye’nin ruh sağlığına yönelik hasta, hastane ve yatak sayılarına bakacak olursak, bu alanda yeterli sağlık hizmeti verilmediği sonucu ortaya çıkıyor. Sağlık Bakanlığı’nın yayımladığı son istatistiklere (1997) göre Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’na bağlı 5 tane ruh sağlığı hastanesi var ve bu hastanelerdeki toplam yatak sayısı 5 bin 620. Sağlık Bakanlığı dışındaki yataklı tedavi kurumlarının sayısı 3, yatak kapasitesi ise 576. Oysa 7. Beş Yıllık Kalkınma Planına göre olması gereken yatak sayısı 18.780. Üniversite hastaneleri ve MSB’na bağlı hastane poliklinikleri dışında Sağlık Bakanlığı’na bağlı ruh ve sinir hastalıkları hastanelerine 1997 yılı içinde 252 bin 326 kişi başvurdu. Hastanelere başvuran toplam hasta sayısı ile araştırma sonuçlarından birisi olan, ‘ruh sağlığı bozuk olanlardan ancak yedide birinin yardım için doktora başvurduğu’ sonucunu dikkate alarak çarparsak sokaklarda tedaviye muhtaç, ruh sağlığı yerinde olmayan hasta sayısını da tahmin edebilirsiniz.

Türkiye’de ruh sağlığı alanında doktordan yardım isteyenlerin yaklaşık üçte birinin başvurduğu Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin 1998 Yılı İstatistikleri de toplumun ruh sağlığının nasıl tehlikeli bir boyutta bozulduğunu gösteriyor. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Poliklinikleri’ne, 1990 yılında 41.104, 1994’te 65.792, 1995’te 68.068, 1996’da 82.197, 1997’de 98.958, 1998 yılında ise 113.049 kişi başvurmuş. Hastanenin bir diğer önemli hizmet alanı da uyuşturucu bağımlılarına yönelik. AMATEM Polikliniklerine 1990 yılında 3.925 kişi başvururken, 1998 yılında bu sayı yüzde 295 oranında artarak 11.593’e ulaştı.

Yine yeni kurulan hizmetler arasında bulunan Uyuşturucu Bilgi Hattı (660 00 26) telefonlarından yardım isteyenlerin sayısı 1996’da sadece 215 kişi iken, bu sayı 1998’de 2.804 olarak belirtiliyor.

Binbir nedeni var

Peki, ne oldu da bu noktaya gelindi? Türkiye’nin Ruh Sağlığı Profili araştırmasında bu durumun sebebi olarak şu unsurlara dikkat çekiliyor: “Hızlı ve plansız kentleşme, yoğun göç, işsizlik, kültürel bulanıklık, yoksulluk, sosyal etkileşimin azaldığı, insanların birbirine güvenmediği, sosyal ağın parçalandığı toplumlarda, sevgi, tanınma, kendini gerçekleştirme ve etik değerlere sahip olma gibi temel insani ihtiyaçlar karşılanamamakta ve ruhsal hastalıklar için risk artmaktadır. Bu riskleri ortadan kaldırmak ya da en aza indirmek için yalnızca sağlık alanında değil, kamuyla ilgili her alanda devlet politikalarının geliştirilmesi gerekmektedir.”

Uzmanlar özellikle son on yılda yaşanan hızlı değişim sürecinin Türk toplumunu, ruh sağlığı açısından en fazla zorlayan süreç olduğunu da ifade ediyorlar. Değişimi hızlandıran unsur aslında iletişimin hızlanması. Bu süreçte yazılı ve görüntülü medyanın rolü inkar edilemez. İletişim imkanlarının genişlemesinin toplumu ortak noktalarda buluşturmasının yanında olumsuz etkileri de oldu. Örneğin televizyonların yaygınlaşması ile suç sayısında ve türlerinde de artmalar yaşandı. Uyuşturucu kullanımının artmasında merak duygusunun önemli bir faktör olduğu ve bu merakın, televizyon görüntüleri ile daha da yaygınlaştığı önemli bir iddia.

Medyanın toplum üzerindeki etkisi ya da toplumun ruh sağlığının önemli ölçüde tehlike sinyalleri vermesi, sadece Türkiye’ye has bir durum değil. Aslında her toplum, bu süreçleri farklı boyutlarda da olsa yaşıyor. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim görevlisi Doç. Dr. Oğuz Berksun’a göre bu noktada önemli olan, insanın ve toplumun başına gelen değil, nasıl etkilendiği: “Gelişmiş Batı ülkeleri ile karşılaştırdığımızda böyle bir durumda onlar ne yapacağını sistemli olarak öğrenmişler, biliyorlar. Yoksa bizden çok daha farklı hastalıklara sahip değiller. En gelişmiş İskandinav ülkelerinde bizdekinin 15—20 katı intihar vakası yaşanıyor. Yani sorun sadece ekonomik refahta değil. O ülkelerde yaşanan refahla birlikte yaşanan durağanlık da toplumda sıkıntı oluşturabiliyor.”

Evlilik ve ergenlik sorunları yaygın

Türkiye’nin en iyi psikiyatri hastanelerinden birisi olan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Kriz Merkezi’nde görevli Uz. Dr. Halise Özgüven, kriz merkezinden yardım isteyenlerin büyük çoğunluğunun evlilikle ilgili sorunlar yaşayan insanlar olduğunu, ikinci sırada ise ergenlik sorunları yaşayan gençler bulunduğunu belirtiyor. Başvuruların yüzde 20’sini ise, intihar girişimleri oluşturuyor. Merkezin faaliyetlerini anlatan Dr. Özgüven, durum sadece bir kriz durumuysa, kişinin sınırlı sayıda görüşmeye çağırıldığını anlatıyor: “Bu görüşmeler 6—12 arasında değişen kısa süreli acil psikoterapilerden oluşuyor. Ayrıca kişinin sosyal desteklerini harekete geçirmeye çalışıyoruz. Bu ailesi, arkadaşları olabilir. Aslında yaptığımız şey koruyucu ruh sağlığı hizmeti. Kişinin ruhsal bir hastalığa yakalanmadan önce yaşadığı krizi çözmeye çalışıyoruz.”

Türk toplumunun ruh sağlığını değerlendiren sosyolog Dr. Dursun Ayan ise, kişilik oluşturma sürecine dikkat çekiyor. Ayan’a göre bireyler, küçük veya büyük boyutlu başarılar ile güçlü bir kişilik geliştiremiyor ve karamsar bir gelecek kaygısı ile kendi dinamiklerini yok ederek kendinden ve dünyadan vazgeçiyor. Dr. Ayan’ın, toplumun ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyen unsurlara ilişkin bir kaç maddede şunları söylüyor: “Kendi gerçeğini bilmeden hayalle yaşayanlar, gündelik hayatın ekonomik ve davranış boyutlu tüketimine ayak uyduramamakta, bu durum isteklere ulaşamamanın verdiği bir engellilik durumu yaratarak bireyleri bunalıma götürebilmektedir. Ayrıca işsizlik, fakirlik, bölgeler arası dengesizliklerden kaynaklanan kültürel, ekonomik ve ahlaki boşluklardan kaynaklanan sorunlarla baş edememenin getirdiği bunalımlar ile medyatik ortamların, gösterimlik madde ve davranış tüketimini, para, cinsellik, itibar, maddi—manevi güç kullanımını ön planda tutarak yayında bulunmaları, ruh sağlığımızı olumsuz etkilemektedir.”

Toplumumuzun her yıl düzenli bir şekilde artan ruh bozukluğu, buna karşılık ruhsal tedavilere olan soğukluğu, yakın dönemde çok ilginç toplumsal vakalarla karşılacağımızın da habercisi. Bu acı durum, medyamıza daha çok intiharlar veya elektrik direklerindeki değişik protestolarla yansıyor. Rakamların dili, bu tür vakaların giderek daha da artacağını ortaya koyuyor.]]>

Sadece geçtiğimiz hafta biri “dul” genç bir kadın, diğeri “nişanlı” iki gencin aslında hiç de ciddi olmayan sebeplerle üzerlerine benzin dökerek kendilerini yakmaları bunun delili.

Türk halkının genel ruh yapısında bir bozulma veya zayıflamanın olduğunu, Türkiye çapında yapılan araştırmalar da doğruluyor. Sağlık Bakanlığı tarafından, Türkiye nüfusunu temsil edebilecek boyutta ve ilk kez yapılan ‘Türkiye Ruh Sağlığı Profili’ araştırması bu konuda hayli ilginç sonuçlar ortaya çıkardı. Araştırmaya göre, Türkiye’de her bin kişiden 154’ünün, herhangi bir ruhsal bozukluğu bulunuyor. Yetişkinlerde son bir yılda ruhsal rahatsızlığı olan kişi oranı ise yüzde 17,2. Sağlık Bakanlığı Ruh Sağlığı Daire Başkanı Dr. Hümeyra Pınar, bu tabloya bakarak, ülkemizde de artık toplum sağlığımızı tehdit eden ve işgücü kaybına neden olan hastalıklar arasında, ruhsal bozuklukların ilk sıralarda yer almaya başladığına dikkat çekiyor.

Türkiye Ruh Sağlığı Profili araştırması geniş bir bilim adamı kadrosu tarafından yürütülmüş. Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nden Prof. Dr. Mahir Ulusoy, Doç. Dr. Neşe Erol ve Doç. Dr. Cengiz Kılıç danışmanlığında ve Müsteşar Yardımcısı Dr. Muzaffer Keçeci ile Sosyal Hizmet Uzmanı Zeynep Şimşek’in merkezdeki yürütücüleri olarak görev aldığı araştırma, ruhsal hastalıklarla ilgili tüm nüfusu temsil eden ve çok sayıda ruhsal sorunu tarayan ilk çalışma olması nedeniyle büyük önem taşıyor.

1993 yılında başlanılan araştırma, beş bölgede, 21 ilde, toplam 3 bin 889 hanede ve 16 bin 550 kişi üzerinde yapıldı.

Yüz kişiden 17’sinin ruh sağlığı bozuk

Son bir yılda bir ruhsal rahatsızlığı olan kişi oranının yüzde 17.2 olduğu belirtilen raporda, en yoğun karşılaşılan ruhsal bozukluklar depresyon, anksiyete ve samatoform bozuklukları olarak gruplandırılıyor. Keyifsizlik, isteksizlik, hayattan zevk alamama, güçsüzlük, halsizlik, moral bozukluğu, kendine güvende ve saygıda azalma gibi ruhsal belirtilerin yanında uyku bozukluğu, iştah kaybı, cinsel isteksizlik, vücut ağrıları gibi bedensel belirtileri yaşıyorsanız, “depresyon” olarak tanımlanan bir süreç yaşıyorsunuz demektir. Bu aşamada doktor yardımı almazsanız ve sizi “depresyon”a iten sebepler ortadan kaldırılmazsa, bu kez bir aşama öteye, “anksiyete” bozukluğu olarak tanımlanan hastalıklara yakalanma riskiniz artmış demektir. Belirtileri ise sıkıntı, bunaltı, huzursuzluk, endişe, kötü bir haber alacağı duygusu, korku nöbetleri, hastalık hastalığı ve takıntılar... Yine en yoğun karşılaşılan ruhsal bozukluklardan “somotoform bozuklukları” ise, fiziksel herhangi bir neden olmaksızın, bedensel belirtilerin olduğu hastalık grubu olarak tanımlanıyor ve uyuşukluk, felç, psikolojik kaynaklı ağrılar gibi belirtilerle tanınıyor.

Ruhsal hastalıkların ciddi işgücü kaybına neden olduğu da bir gerçek. Son bir yılda ruhsal/sinirsel nedenlerle yardım ve tedaviye başvuran kişi oranı yüzde 4.7. Bu kişilerin yüzde 39’u psikiyatri uzmanına, yüzde 33’ü nörolog ve dahiliye uzmanına, yüzde 21’i pratisyen hekime, yüzde 3.6’sı ise alternatif tedavi yöntemlerine başvurmuş.

En sık Batı Anadolu’da

Alkol bağımlılığı dışında tüm ruhsal hastalıkların kadınlarda daha sık görüldüğü belirtilen raporda, bölgelere göre yapılan değerlendirmelerde Batı Anadolu Bölgesi öne çıkıyor. Batı Anadolu’da ruhsal hastalıklar binde 75 oranında görülürken, bu oran İç Anadolu bölgesinde binde 27. Kuzey Anadolu’da ise, binde 14 oranında tespit edilmiş. Ruhsal hastalıklar şehirlerde kasaba ve köylerden daha fazla görülüyor. Araştırmada eğitim düzeyi yükseldikçe, ruhsal hastalık oranında azalma görüldüğüne de dikkat çekiliyor.

Annelerinden, kendilerinden ve öğretmenlerinden elde edilen bilgilere göre 2—18 yaş arası çocuk ve gençlerin yaklaşık yüzde 12’sinde müdahale gerektirecek düzeyde sorunlu davranışlar belirlenmiş. Her üç bilgi kaynağından elde edilen bilgiler doğrultusunda, toplumumuzda anksiyete/depresyon, sosyal içe dönüklük ve somatik yakınmalar gibi ‘içe yönelim’ sorunlarının, saldırgan davranışlar ve suça yönelik davranışlar gibi ‘dışa yönelim’ sorunlarından fazla olduğu görülmüş. Buna rağmen 2—3 yaş grubunda çocuğu olan ailelerden ruh sağlığı hizmetine başvuru hiç olmamış. 2—3 yaş grubu çocuklarda sorunlu davranışların görülme sıklığı yüzde 10.9, erişkin nüfusun yüzde 5’i antidepresan ilaçları kullanmakta. 4—18 yaş grubunda başvuru oranı binde 2. 11—18 yaş grubundaki gençlerin yüzde 5’inin yardıma ihtiyaç duyduklarını belirtmelerine rağmen, başvuru oranı binde 3 olmuş.

Delilik, akıl hastalığı gibi kavramlarla damgalanma korkusunun da bireylerin ruhsal yakınmalar nedeniyle doktora başvurmalarını engellediği belirtilen raporda, ruhsal hastalıkların hiçbir şekilde iyileştirilemeyeceği şeklindeki yanlış inanışların da, toplumda geniş bir kabul gördüğü vurgulanıyor. Bu nedenle toplumda tedavi edilmemiş ruhsal hastalıkları olan çok sayıda hastanın dolaştığı da gözden kaçırılmamalı. Raporda belirtilen ‘son bir yılda ruhsal rahatsızlığı olanlardan ancak yedide biri yardım için başvurmaktadır’ tespiti de bu durumun bir kanıtı.

Hastane sayısı yetersiz

Türkiye’nin ruh sağlığına yönelik hasta, hastane ve yatak sayılarına bakacak olursak, bu alanda yeterli sağlık hizmeti verilmediği sonucu ortaya çıkıyor. Sağlık Bakanlığı’nın yayımladığı son istatistiklere (1997) göre Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’na bağlı 5 tane ruh sağlığı hastanesi var ve bu hastanelerdeki toplam yatak sayısı 5 bin 620. Sağlık Bakanlığı dışındaki yataklı tedavi kurumlarının sayısı 3, yatak kapasitesi ise 576. Oysa 7. Beş Yıllık Kalkınma Planına göre olması gereken yatak sayısı 18.780. Üniversite hastaneleri ve MSB’na bağlı hastane poliklinikleri dışında Sağlık Bakanlığı’na bağlı ruh ve sinir hastalıkları hastanelerine 1997 yılı içinde 252 bin 326 kişi başvurdu. Hastanelere başvuran toplam hasta sayısı ile araştırma sonuçlarından birisi olan, ‘ruh sağlığı bozuk olanlardan ancak yedide birinin yardım için doktora başvurduğu’ sonucunu dikkate alarak çarparsak sokaklarda tedaviye muhtaç, ruh sağlığı yerinde olmayan hasta sayısını da tahmin edebilirsiniz.

Türkiye’de ruh sağlığı alanında doktordan yardım isteyenlerin yaklaşık üçte birinin başvurduğu Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin 1998 Yılı İstatistikleri de toplumun ruh sağlığının nasıl tehlikeli bir boyutta bozulduğunu gösteriyor. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikiyatri Poliklinikleri’ne, 1990 yılında 41.104, 1994’te 65.792, 1995’te 68.068, 1996’da 82.197, 1997’de 98.958, 1998 yılında ise 113.049 kişi başvurmuş. Hastanenin bir diğer önemli hizmet alanı da uyuşturucu bağımlılarına yönelik. AMATEM Polikliniklerine 1990 yılında 3.925 kişi başvururken, 1998 yılında bu sayı yüzde 295 oranında artarak 11.593’e ulaştı.

Yine yeni kurulan hizmetler arasında bulunan Uyuşturucu Bilgi Hattı (660 00 26) telefonlarından yardım isteyenlerin sayısı 1996’da sadece 215 kişi iken, bu sayı 1998’de 2.804 olarak belirtiliyor.

Binbir nedeni var

Peki, ne oldu da bu noktaya gelindi? Türkiye’nin Ruh Sağlığı Profili araştırmasında bu durumun sebebi olarak şu unsurlara dikkat çekiliyor: “Hızlı ve plansız kentleşme, yoğun göç, işsizlik, kültürel bulanıklık, yoksulluk, sosyal etkileşimin azaldığı, insanların birbirine güvenmediği, sosyal ağın parçalandığı toplumlarda, sevgi, tanınma, kendini gerçekleştirme ve etik değerlere sahip olma gibi temel insani ihtiyaçlar karşılanamamakta ve ruhsal hastalıklar için risk artmaktadır. Bu riskleri ortadan kaldırmak ya da en aza indirmek için yalnızca sağlık alanında değil, kamuyla ilgili her alanda devlet politikalarının geliştirilmesi gerekmektedir.”

Uzmanlar özellikle son on yılda yaşanan hızlı değişim sürecinin Türk toplumunu, ruh sağlığı açısından en fazla zorlayan süreç olduğunu da ifade ediyorlar. Değişimi hızlandıran unsur aslında iletişimin hızlanması. Bu süreçte yazılı ve görüntülü medyanın rolü inkar edilemez. İletişim imkanlarının genişlemesinin toplumu ortak noktalarda buluşturmasının yanında olumsuz etkileri de oldu. Örneğin televizyonların yaygınlaşması ile suç sayısında ve türlerinde de artmalar yaşandı. Uyuşturucu kullanımının artmasında merak duygusunun önemli bir faktör olduğu ve bu merakın, televizyon görüntüleri ile daha da yaygınlaştığı önemli bir iddia.

Medyanın toplum üzerindeki etkisi ya da toplumun ruh sağlığının önemli ölçüde tehlike sinyalleri vermesi, sadece Türkiye’ye has bir durum değil. Aslında her toplum, bu süreçleri farklı boyutlarda da olsa yaşıyor. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim görevlisi Doç. Dr. Oğuz Berksun’a göre bu noktada önemli olan, insanın ve toplumun başına gelen değil, nasıl etkilendiği: “Gelişmiş Batı ülkeleri ile karşılaştırdığımızda böyle bir durumda onlar ne yapacağını sistemli olarak öğrenmişler, biliyorlar. Yoksa bizden çok daha farklı hastalıklara sahip değiller. En gelişmiş İskandinav ülkelerinde bizdekinin 15—20 katı intihar vakası yaşanıyor. Yani sorun sadece ekonomik refahta değil. O ülkelerde yaşanan refahla birlikte yaşanan durağanlık da toplumda sıkıntı oluşturabiliyor.”

Evlilik ve ergenlik sorunları yaygın

Türkiye’nin en iyi psikiyatri hastanelerinden birisi olan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Kriz Merkezi’nde görevli Uz. Dr. Halise Özgüven, kriz merkezinden yardım isteyenlerin büyük çoğunluğunun evlilikle ilgili sorunlar yaşayan insanlar olduğunu, ikinci sırada ise ergenlik sorunları yaşayan gençler bulunduğunu belirtiyor. Başvuruların yüzde 20’sini ise, intihar girişimleri oluşturuyor. Merkezin faaliyetlerini anlatan Dr. Özgüven, durum sadece bir kriz durumuysa, kişinin sınırlı sayıda görüşmeye çağırıldığını anlatıyor: “Bu görüşmeler 6—12 arasında değişen kısa süreli acil psikoterapilerden oluşuyor. Ayrıca kişinin sosyal desteklerini harekete geçirmeye çalışıyoruz. Bu ailesi, arkadaşları olabilir. Aslında yaptığımız şey koruyucu ruh sağlığı hizmeti. Kişinin ruhsal bir hastalığa yakalanmadan önce yaşadığı krizi çözmeye çalışıyoruz.”

Türk toplumunun ruh sağlığını değerlendiren sosyolog Dr. Dursun Ayan ise, kişilik oluşturma sürecine dikkat çekiyor. Ayan’a göre bireyler, küçük veya büyük boyutlu başarılar ile güçlü bir kişilik geliştiremiyor ve karamsar bir gelecek kaygısı ile kendi dinamiklerini yok ederek kendinden ve dünyadan vazgeçiyor. Dr. Ayan’ın, toplumun ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyen unsurlara ilişkin bir kaç maddede şunları söylüyor: “Kendi gerçeğini bilmeden hayalle yaşayanlar, gündelik hayatın ekonomik ve davranış boyutlu tüketimine ayak uyduramamakta, bu durum isteklere ulaşamamanın verdiği bir engellilik durumu yaratarak bireyleri bunalıma götürebilmektedir. Ayrıca işsizlik, fakirlik, bölgeler arası dengesizliklerden kaynaklanan kültürel, ekonomik ve ahlaki boşluklardan kaynaklanan sorunlarla baş edememenin getirdiği bunalımlar ile medyatik ortamların, gösterimlik madde ve davranış tüketimini, para, cinsellik, itibar, maddi—manevi güç kullanımını ön planda tutarak yayında bulunmaları, ruh sağlığımızı olumsuz etkilemektedir.”

Toplumumuzun her yıl düzenli bir şekilde artan ruh bozukluğu, buna karşılık ruhsal tedavilere olan soğukluğu, yakın dönemde çok ilginç toplumsal vakalarla karşılacağımızın da habercisi. Bu acı durum, medyamıza daha çok intiharlar veya elektrik direklerindeki değişik protestolarla yansıyor. Rakamların dili, bu tür vakaların giderek daha da artacağını ortaya koyuyor.]]>
<![CDATA[Psikoz Ve Türleri]]> https://eylulforum.com/konu-psikoz-ve-turleri Wed, 06 Oct 2010 11:04:13 +0300 https://eylulforum.com/konu-psikoz-ve-turleri
Okuyacağınız yazı dizisi, söz konusu talep doğrultusunda, sık rastlanan ruhsal bozuklukları ana hatlarıyla tanıtmak amacıyla hazırlandı. Bugünkü ilk yazı psikozu konu alıyor. Yarın depresyonu, yarından sonra bunaltı bozukluğunu ve sonra sırasıyla alkolizm, uyku bozuklukları ve cinsel işlev bozukluklarını tanıtacağız. Trafik kazaları ve silahlı çatışmalar beldesi haline gelen ülkemizde, bu tür olaylar karşısında gösterilen başlıca tepkilerden birisi olan 'travmatik nevroz' konusuyla dizi tamamlanıyor.

Bu yazı dizisini hazırlayan Dr. Levent Mete 1958'de İzmir'de doğdu. Tıp eğitimini Hacettepe Tıp Fakültesinde, psikiyatri uzmanlık eğitimini Ege Üniversitesi Psikiyatri Kliniğinde tamamladı. Çeşitli bilimsel dergilerde ve günlük gazetelerde 40'a yakın makalesi yayınlandı. Şizofrenik düşünce konusunda yaptığı bir araştırma ile 1993 yılında Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı Derneğinin Araştırma Ödülünü kazandı. Halen İzmir Atatürk Devlet Hastanesinde psikiyatri uzmanı olarak çalışıyor.

Psikoz; Dipten Gelen dalga..
Bilinçdışı, ruhun karanlık yüzünde yer alır. Burası, kendine özgü kuralları olan, bilince yabancı ve yasak bir dünyadır. Kapısında, bilincin nöbetçileri bekler. Bu nöbetçiler, bilinçdışına atılmış yasak arzuların ve toplumsal yaşamla bağdaşmayacak hayallerin bilince çıkmasına engel olurlar. Örneğin, yakın akrabalar arası cinsel ilişki toplum kuralları ile yasaklanmıştır. Dolayısıyla, kan bağı olan birisine yönelik cinsel yakınlaşma duyguları bastırılmalı ve bilinçdışında tutulmalıdır. Çünkü, bu duygular bilince çıkarsa, kişiyi yasak bir eyleme kışkırtacak, onun ve yakınlarının yaşamını altüst edecek gelişmelere neden olacaktır. Aynı durum, başkalarına yönelik şiddet ve saldırganlık eğilimleri için de geçerlidir. Toplumsal yaşamla bağdaşmayacak cinsel ve saldırgan eğilimler bilinçdışında hapsedilmeli, ortaya çıkmaları engellenmelidir.

Çocuklarda, bilinçle bilinçdışı arasındaki duvar derme çatma bir çiti andırır. Bu dönemde, yasak arzular ve hayaller bilince gelip giderler. Ancak, yıllar geçtikçe duvar yükselir ve kalınlaşır. Giderek aşılması olanaksız hale gelir. Erişkin bir kişide, artık bir taraftan diğerine geçmek tümüyle olanaksızdır. Ancak, bilinçdışı arzular ve hayaller, bilince çıkmasalar da bulundukları yerden kişinin yaşamını etkilemeyi sürdürürler. Bu işi iki yolla yaparlar.

Birinci yol bilinçdışından, kişinin bilinçli yanına, manyetik güç dalgasını andıran dalgalar gönderilmesidir. Bilincin ışığıyla aydınlatılmış bir dünyada günlük olağan yaşamını sürdüren bir kişi, bilinçdışının derinliklerinden çıkıp gelen böyle bir dalganın etkisine girdiğinde beklenmedik bir davranışta bulunur. Örneğin, çok iyi bilinen bir ismin unutuluvermesi, tanıdık birine başka bir isimle seslenilmesi ya da yanlışlıkla o sırada hiç akılda olmayan birinin telefon numarasının çevrilmesi, bilinçdışının etkisi altında kalınarak yapılan davranışlardır. Bazen de kişi, daha uzun süreli bir etkilenme altında kalır ve mantıklı bir açıklaması olmayan bir davranışta ısrar eder. Bazı kişilere karşı sürdürülen anlamsız düşmanlıkların ya da belirli bir nedene bağlanamayan tutkulu yakınlaşmaların altında genellikle böyle bir bilinçdışı etkilenmenin bulunduğu düşünülür.

Bilinçdışı arzular için ikinci firar olanağı düşlerdir. Uykuda, bilinçle bilinçdışı arasındaki kapıda bekleyen nöbetçilerin dikkati dağılır ve bilinçdışı arzular kılık değiştirerek bilince çıkma olanağı bulurlar. Bu nedenle, düşlerde olup bitenler, uyanık durumdaki mantıklı düşüncemizle anlaşılması güç olaylardır. Bir kişi ansızın bir başka kişiye dönüşür. Evimizin salonunda otururken kendimizi bir deniz kıyısında ya da başka bir kentin sokaklarında buluveririz. Yıllar önce ölmüş bir arkadaşla karşılaşmak, hatta kendi cenaze törenimize katılmak bile düşlerde olanaklıdır.

Bazı durumlardaysa, düşlerde ve dil sürçmelerinde kısmen aralanan kapı, büyük bir patlamayla dağılır ve bilinçle bilinçdışını ayıran duvarda gedikler açılır. Yıllardır bilinçdışında kapalı tutulmuş arzular ve hayaller bilince doluşurlar. Düş günlük yaşama karışmış, kişi gerçekle gerçek olmayanı ayırt edemez hale gelmiştir. İç konuşmalar dışarıdan gelen yabancı sesler olarak işitilebilir. Zihinde canlandırılan hayaller çevrede dolaşan gerçek yaratıklar olarak algılanabilir. Tıpkı düşlerde olduğu gibi, psikoza giren kişi için de, mantıkla açıklanamayacak bir çok durum olanaklı hale gelmiştir. Tanrı ya da peygamber olduğuna, CIA tarafından takip edildiğine, beyin dalgalarıyla uzaydaki uyduları yönettiğine inanabilir. Radyo ve televizyondan kendisine yönelik mesajlar geldiğini ya da yakınlarının onu zehirlemeye çalıştıklarını düşünebilir. Bazı durumlarda kişinin konuşması da anlaşılmaz hale gelir. Sanki, ruhu yabancı bir güç tarafından ele geçirilmiş gibidir.

Psikozun nedenleri
Neden bazı insanlar psikoza girerler? Bilinçdışını denetim altında tutan duvarı yıkan nedir? Bu sorular yıllardır yanıtlarını bekliyor. Henüz kesin bir neden belirlenebilmiş değil. Ancak, yine de bilinen bazı etkenler var. Bunlardan ilki kalıtım. Bazı kişilerde söz konusu duvar daha ince ve dayanıksız. Dolayısıyla, yaşanan olumsuz olayların yarattığı basınç karşısında kolayca yıkılıveriyor. Doğum sırasında oksijensiz kalmanın ve çocukluk döneminde geçirilmiş olan bazı virus enfeksiyonlarının da bu yönde bir yatkınlık yarattığı ileri sürülüyor. Kimi zamansa, bazı bedensel hastalıklar ya da bir zehirlenme veya bir kaza sırasında beyinde meydana gelen zedelenme psikoza yol açabiliyor.



Psikoz türleri

Psikoz adı verilen ruhsal bozukluğun değişik türleri var. Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanabilir:

1. Şizofreni: Halk arasında en iyi bilinen psikoz türüdür. Genellikle genç yaşlarda başlar. Tuhaf düşünceler, hayaller ve kişinin kulağına boşluktan sesler gelmesi sık görülen belirtilerdir. Bazı tiplerinde kişi garip bir pozisyonda heykel gibi saatlerce durabilir ya da anlamsız ve amaçsız bir hareketlilik gösterebilir.

2. Paranoya: Aşırı şüpheciliğin hakim olduğu bir ruhsal bozukluktur. Daha ileri yaşlarda ortaya çıkar. Kişi eşinin kendisini aldattığını ya da yakınlarının onu öldürmeye çalıştıklarını ileri sürebilir. Yaşamını bu gerçek dışı düşüncelere göre düzenlemeye başlar. İşi gücü bırakıp bütün gün eşini takip edebilir. Evdekiler tarafından zehirlenmemek için sürekli dışarıda yemek yer ya da yemeklerini kendisi pişirir. Gerçek dışı tehlikelerden korunmak için silah taşımaya başlayabilir. Bazı hastalar, haksızlığa uğradıkları inancıyla, sürekli dava açarak, yıllarca mahkemelere gidip gelirler.

3. Kısa psikoz: Şizofreni ve paranoya genellikle yıllarca, hatta yaşam boyu sürebilen ruhsal bozukluklar. Bazı psikozlar ise aniden başlayıp bir kaç hafta içinde düzelebiliyor. Genellikle, ağır hakarete uğrama, aldatılma, ırzına geçilme, işkence görme gibi yıkıcı bir olaydan sonra gelişen bu tür psikozların seyri şizofreni ve paranoyaya göre çok daha iyi.

4. Paylaşılmış psikoz: Bu bozuklukta, aslında psikotik olmayan bir kişinin, psikotik bir kişinin düşüncelerini paylaşması söz konusu. Hasta olan kişinin gerçek dışı inanç ve düşünceleri diğer aile üyeleri tarafından da gerçek olarak kabul edilmeye başlanıyor. Örneğin, komşusunun evlerine elektronik aygıtlar yerleştirdiğini ve bu yolla evlerini dinlediğini düşünen şizofrenik bir hastanın eşi de, aslında hasta olmadığı halde, giderek kocasının fikirlerini benimsemeye başlıyor.

Psikozun Mantığı..
Nasıl oluyor da, bir insan kendini Napolyon ya da Sezar zannedebiliyor? Ya da, Tanrının, televizyon spikerleri aracılığıyla kendisine mesajlar gönderdiğine inanabiliyor? Kendi halinde bir adamın, peygamberliğini ilan etmesine yol açan nasıl bir düşünce sistemidir? Hangi mantık oyunları, kişinin, CIA tarafından takip edildiğine ve evine dinleme cihazları yerleştirildiğine inanmasına neden oluyor?

Bu tür tuhaf düşüncelerin kaynağında öncelikle şiddetli bir istek yer alıyor. Kişi, önemli bir devlet adamı, bir dini lider, büyük bir sanatçı ya da sporcu olduğuna inanmak istiyor. Ancak, bu tür istekler yalnızca akıl hastalarına özgü değil. Hepimizin gerçekleşmesi olanaksız hayallerimiz var. Hastaları ayırt eden özellik, onların bu hayalleri gerçek zannetmelerine izin veren bir düşünce sistemine sahip olmaları.

Hayallerin gerçek zannedilmesine izin veren mantığın üç temel özelliği var. Bunlardan ilki, yalnızca bir ortak yanı olan iki nesnenin aynı kabul edilebilmesi. Örneğin, bu sistemle düşünen birisi için, 'Başbakan gözlüklü, ben de gözlüklüyüm, öyleyse ben de başbakanım' diye akıl yürütmek olanaklı. Ya da 'Peygamberin sakalı vardı, eğer sakal uzatırsam ben de peygamber olabilirim' düşüncesi akla uygun bulunabilir. Yine aynı mantık sistemiyle, yeni tanıştığı birisini, göz rengi aynı olduğu için, annesi olarak kabul edebilir. Ya da, tam tersine, annesinin bakışlarını televizyonda izlediği uzaylı yaratığınkine benzeterek, onun uzaydan geldiğini iddia edebilir.

Psikoza izin veren mantığın ikinci özelliği, doğa ve toplum kurallarına göre işleyen süreçlerin, kişisel güç ve niyetlere dayandırılarak açıklanması. Örneğin, psikotik bir hasta, Bengaldeş'teki sel felaketine, Kobe depremine ya da uzay mekiği kazasına kendisinin neden olduğunu ileri sürebilir. İçindeki kötü düşüncelerin ya da birisine yönelik nefret duygusunun bu olaylara yol açtığına inanabilir.

Psikotik mantığın üçüncü özelliği, önce yargıya varıp sonra kanıt toplanması. Örneğin kişi, Cumhurbaşkanının ona önemli bir mesaj iletmeye çalıştığı yargısına sahiptir. Televizyonun karşısına geçip haberleri izlemeye başlar. Bu noktadan sonra artık tüm olup bitenleri kafasındaki yargıyı doğrulayan birer işaret olarak görmeye hazırdır. Onun şapkasını sallaması, kameraya doğru bir bakışı ya da konuşurken bir an duraklaması, hep kendisine mesaj iletme çabasının açık belirtileri olarak kabul edilir.

Psikotik mantığın özellikleri aslında bize hiç yabancı değil. Onu düşlerden ve küçük çocukların düşüncelerinden tanıyoruz. İlkel insanların düşüncesine egemen olan da yine aynı mantık. Bu mantık sağlıklı erişkin insanda bilinçdışında bastırılmış olarak bekliyor ve bazı kişilerde psikozla birlikte yeniden ortaya çıkıyor.

Psikiyatrist
Doç. Dr. Levent METE]]>

Okuyacağınız yazı dizisi, söz konusu talep doğrultusunda, sık rastlanan ruhsal bozuklukları ana hatlarıyla tanıtmak amacıyla hazırlandı. Bugünkü ilk yazı psikozu konu alıyor. Yarın depresyonu, yarından sonra bunaltı bozukluğunu ve sonra sırasıyla alkolizm, uyku bozuklukları ve cinsel işlev bozukluklarını tanıtacağız. Trafik kazaları ve silahlı çatışmalar beldesi haline gelen ülkemizde, bu tür olaylar karşısında gösterilen başlıca tepkilerden birisi olan 'travmatik nevroz' konusuyla dizi tamamlanıyor.

Bu yazı dizisini hazırlayan Dr. Levent Mete 1958'de İzmir'de doğdu. Tıp eğitimini Hacettepe Tıp Fakültesinde, psikiyatri uzmanlık eğitimini Ege Üniversitesi Psikiyatri Kliniğinde tamamladı. Çeşitli bilimsel dergilerde ve günlük gazetelerde 40'a yakın makalesi yayınlandı. Şizofrenik düşünce konusunda yaptığı bir araştırma ile 1993 yılında Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı Derneğinin Araştırma Ödülünü kazandı. Halen İzmir Atatürk Devlet Hastanesinde psikiyatri uzmanı olarak çalışıyor.

Psikoz; Dipten Gelen dalga..
Bilinçdışı, ruhun karanlık yüzünde yer alır. Burası, kendine özgü kuralları olan, bilince yabancı ve yasak bir dünyadır. Kapısında, bilincin nöbetçileri bekler. Bu nöbetçiler, bilinçdışına atılmış yasak arzuların ve toplumsal yaşamla bağdaşmayacak hayallerin bilince çıkmasına engel olurlar. Örneğin, yakın akrabalar arası cinsel ilişki toplum kuralları ile yasaklanmıştır. Dolayısıyla, kan bağı olan birisine yönelik cinsel yakınlaşma duyguları bastırılmalı ve bilinçdışında tutulmalıdır. Çünkü, bu duygular bilince çıkarsa, kişiyi yasak bir eyleme kışkırtacak, onun ve yakınlarının yaşamını altüst edecek gelişmelere neden olacaktır. Aynı durum, başkalarına yönelik şiddet ve saldırganlık eğilimleri için de geçerlidir. Toplumsal yaşamla bağdaşmayacak cinsel ve saldırgan eğilimler bilinçdışında hapsedilmeli, ortaya çıkmaları engellenmelidir.

Çocuklarda, bilinçle bilinçdışı arasındaki duvar derme çatma bir çiti andırır. Bu dönemde, yasak arzular ve hayaller bilince gelip giderler. Ancak, yıllar geçtikçe duvar yükselir ve kalınlaşır. Giderek aşılması olanaksız hale gelir. Erişkin bir kişide, artık bir taraftan diğerine geçmek tümüyle olanaksızdır. Ancak, bilinçdışı arzular ve hayaller, bilince çıkmasalar da bulundukları yerden kişinin yaşamını etkilemeyi sürdürürler. Bu işi iki yolla yaparlar.

Birinci yol bilinçdışından, kişinin bilinçli yanına, manyetik güç dalgasını andıran dalgalar gönderilmesidir. Bilincin ışığıyla aydınlatılmış bir dünyada günlük olağan yaşamını sürdüren bir kişi, bilinçdışının derinliklerinden çıkıp gelen böyle bir dalganın etkisine girdiğinde beklenmedik bir davranışta bulunur. Örneğin, çok iyi bilinen bir ismin unutuluvermesi, tanıdık birine başka bir isimle seslenilmesi ya da yanlışlıkla o sırada hiç akılda olmayan birinin telefon numarasının çevrilmesi, bilinçdışının etkisi altında kalınarak yapılan davranışlardır. Bazen de kişi, daha uzun süreli bir etkilenme altında kalır ve mantıklı bir açıklaması olmayan bir davranışta ısrar eder. Bazı kişilere karşı sürdürülen anlamsız düşmanlıkların ya da belirli bir nedene bağlanamayan tutkulu yakınlaşmaların altında genellikle böyle bir bilinçdışı etkilenmenin bulunduğu düşünülür.

Bilinçdışı arzular için ikinci firar olanağı düşlerdir. Uykuda, bilinçle bilinçdışı arasındaki kapıda bekleyen nöbetçilerin dikkati dağılır ve bilinçdışı arzular kılık değiştirerek bilince çıkma olanağı bulurlar. Bu nedenle, düşlerde olup bitenler, uyanık durumdaki mantıklı düşüncemizle anlaşılması güç olaylardır. Bir kişi ansızın bir başka kişiye dönüşür. Evimizin salonunda otururken kendimizi bir deniz kıyısında ya da başka bir kentin sokaklarında buluveririz. Yıllar önce ölmüş bir arkadaşla karşılaşmak, hatta kendi cenaze törenimize katılmak bile düşlerde olanaklıdır.

Bazı durumlardaysa, düşlerde ve dil sürçmelerinde kısmen aralanan kapı, büyük bir patlamayla dağılır ve bilinçle bilinçdışını ayıran duvarda gedikler açılır. Yıllardır bilinçdışında kapalı tutulmuş arzular ve hayaller bilince doluşurlar. Düş günlük yaşama karışmış, kişi gerçekle gerçek olmayanı ayırt edemez hale gelmiştir. İç konuşmalar dışarıdan gelen yabancı sesler olarak işitilebilir. Zihinde canlandırılan hayaller çevrede dolaşan gerçek yaratıklar olarak algılanabilir. Tıpkı düşlerde olduğu gibi, psikoza giren kişi için de, mantıkla açıklanamayacak bir çok durum olanaklı hale gelmiştir. Tanrı ya da peygamber olduğuna, CIA tarafından takip edildiğine, beyin dalgalarıyla uzaydaki uyduları yönettiğine inanabilir. Radyo ve televizyondan kendisine yönelik mesajlar geldiğini ya da yakınlarının onu zehirlemeye çalıştıklarını düşünebilir. Bazı durumlarda kişinin konuşması da anlaşılmaz hale gelir. Sanki, ruhu yabancı bir güç tarafından ele geçirilmiş gibidir.

Psikozun nedenleri
Neden bazı insanlar psikoza girerler? Bilinçdışını denetim altında tutan duvarı yıkan nedir? Bu sorular yıllardır yanıtlarını bekliyor. Henüz kesin bir neden belirlenebilmiş değil. Ancak, yine de bilinen bazı etkenler var. Bunlardan ilki kalıtım. Bazı kişilerde söz konusu duvar daha ince ve dayanıksız. Dolayısıyla, yaşanan olumsuz olayların yarattığı basınç karşısında kolayca yıkılıveriyor. Doğum sırasında oksijensiz kalmanın ve çocukluk döneminde geçirilmiş olan bazı virus enfeksiyonlarının da bu yönde bir yatkınlık yarattığı ileri sürülüyor. Kimi zamansa, bazı bedensel hastalıklar ya da bir zehirlenme veya bir kaza sırasında beyinde meydana gelen zedelenme psikoza yol açabiliyor.



Psikoz türleri

Psikoz adı verilen ruhsal bozukluğun değişik türleri var. Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanabilir:

1. Şizofreni: Halk arasında en iyi bilinen psikoz türüdür. Genellikle genç yaşlarda başlar. Tuhaf düşünceler, hayaller ve kişinin kulağına boşluktan sesler gelmesi sık görülen belirtilerdir. Bazı tiplerinde kişi garip bir pozisyonda heykel gibi saatlerce durabilir ya da anlamsız ve amaçsız bir hareketlilik gösterebilir.

2. Paranoya: Aşırı şüpheciliğin hakim olduğu bir ruhsal bozukluktur. Daha ileri yaşlarda ortaya çıkar. Kişi eşinin kendisini aldattığını ya da yakınlarının onu öldürmeye çalıştıklarını ileri sürebilir. Yaşamını bu gerçek dışı düşüncelere göre düzenlemeye başlar. İşi gücü bırakıp bütün gün eşini takip edebilir. Evdekiler tarafından zehirlenmemek için sürekli dışarıda yemek yer ya da yemeklerini kendisi pişirir. Gerçek dışı tehlikelerden korunmak için silah taşımaya başlayabilir. Bazı hastalar, haksızlığa uğradıkları inancıyla, sürekli dava açarak, yıllarca mahkemelere gidip gelirler.

3. Kısa psikoz: Şizofreni ve paranoya genellikle yıllarca, hatta yaşam boyu sürebilen ruhsal bozukluklar. Bazı psikozlar ise aniden başlayıp bir kaç hafta içinde düzelebiliyor. Genellikle, ağır hakarete uğrama, aldatılma, ırzına geçilme, işkence görme gibi yıkıcı bir olaydan sonra gelişen bu tür psikozların seyri şizofreni ve paranoyaya göre çok daha iyi.

4. Paylaşılmış psikoz: Bu bozuklukta, aslında psikotik olmayan bir kişinin, psikotik bir kişinin düşüncelerini paylaşması söz konusu. Hasta olan kişinin gerçek dışı inanç ve düşünceleri diğer aile üyeleri tarafından da gerçek olarak kabul edilmeye başlanıyor. Örneğin, komşusunun evlerine elektronik aygıtlar yerleştirdiğini ve bu yolla evlerini dinlediğini düşünen şizofrenik bir hastanın eşi de, aslında hasta olmadığı halde, giderek kocasının fikirlerini benimsemeye başlıyor.

Psikozun Mantığı..
Nasıl oluyor da, bir insan kendini Napolyon ya da Sezar zannedebiliyor? Ya da, Tanrının, televizyon spikerleri aracılığıyla kendisine mesajlar gönderdiğine inanabiliyor? Kendi halinde bir adamın, peygamberliğini ilan etmesine yol açan nasıl bir düşünce sistemidir? Hangi mantık oyunları, kişinin, CIA tarafından takip edildiğine ve evine dinleme cihazları yerleştirildiğine inanmasına neden oluyor?

Bu tür tuhaf düşüncelerin kaynağında öncelikle şiddetli bir istek yer alıyor. Kişi, önemli bir devlet adamı, bir dini lider, büyük bir sanatçı ya da sporcu olduğuna inanmak istiyor. Ancak, bu tür istekler yalnızca akıl hastalarına özgü değil. Hepimizin gerçekleşmesi olanaksız hayallerimiz var. Hastaları ayırt eden özellik, onların bu hayalleri gerçek zannetmelerine izin veren bir düşünce sistemine sahip olmaları.

Hayallerin gerçek zannedilmesine izin veren mantığın üç temel özelliği var. Bunlardan ilki, yalnızca bir ortak yanı olan iki nesnenin aynı kabul edilebilmesi. Örneğin, bu sistemle düşünen birisi için, 'Başbakan gözlüklü, ben de gözlüklüyüm, öyleyse ben de başbakanım' diye akıl yürütmek olanaklı. Ya da 'Peygamberin sakalı vardı, eğer sakal uzatırsam ben de peygamber olabilirim' düşüncesi akla uygun bulunabilir. Yine aynı mantık sistemiyle, yeni tanıştığı birisini, göz rengi aynı olduğu için, annesi olarak kabul edebilir. Ya da, tam tersine, annesinin bakışlarını televizyonda izlediği uzaylı yaratığınkine benzeterek, onun uzaydan geldiğini iddia edebilir.

Psikoza izin veren mantığın ikinci özelliği, doğa ve toplum kurallarına göre işleyen süreçlerin, kişisel güç ve niyetlere dayandırılarak açıklanması. Örneğin, psikotik bir hasta, Bengaldeş'teki sel felaketine, Kobe depremine ya da uzay mekiği kazasına kendisinin neden olduğunu ileri sürebilir. İçindeki kötü düşüncelerin ya da birisine yönelik nefret duygusunun bu olaylara yol açtığına inanabilir.

Psikotik mantığın üçüncü özelliği, önce yargıya varıp sonra kanıt toplanması. Örneğin kişi, Cumhurbaşkanının ona önemli bir mesaj iletmeye çalıştığı yargısına sahiptir. Televizyonun karşısına geçip haberleri izlemeye başlar. Bu noktadan sonra artık tüm olup bitenleri kafasındaki yargıyı doğrulayan birer işaret olarak görmeye hazırdır. Onun şapkasını sallaması, kameraya doğru bir bakışı ya da konuşurken bir an duraklaması, hep kendisine mesaj iletme çabasının açık belirtileri olarak kabul edilir.

Psikotik mantığın özellikleri aslında bize hiç yabancı değil. Onu düşlerden ve küçük çocukların düşüncelerinden tanıyoruz. İlkel insanların düşüncesine egemen olan da yine aynı mantık. Bu mantık sağlıklı erişkin insanda bilinçdışında bastırılmış olarak bekliyor ve bazı kişilerde psikozla birlikte yeniden ortaya çıkıyor.

Psikiyatrist
Doç. Dr. Levent METE]]>